Sindirme değil barış!

14 Temmuz 2011

‘Uzlaşma’nın zaaf olarak görüldüğü yerde sorun bitmez. Dönüp dolaşıp aynı yere varıyoruz. Güya, CHP ile görüşüldü, uzlaşıldı, yemin etmeye ikna oldular, kriz bitti. Peki, gerçekten öyle mi oldu? Pek sayılmaz, çünkü yemin sonrası iktidar partisi ‘tıpış tıpış geldiler, tükürdüklerini yaladılar’ görüntüsü vermeyi tercih etti.
CHP’nin ne akılla bu türden bir protestoya giriştiği, pişman olup olmadığı, zaten çıkış arayıp, kolayca ikna olup olmadığı başka mesele. Durum ne olursa olsun, biraz daha olgun davranılamaz mıydı? Muhalefetin illa ‘burnunu sürtme’ ısrarı nedendir, anlamak mümkün değil. Hele de başka ve daha da büyük bir kriz kapıda beklemekteyken?
Böyle bir atmosfer içinde, BDP’ye ‘gel sen de yemin et’ demek, ‘sen de gel de, aynı duruma düş’ demek olmuyor mu? BDP gibi iddialı bir siyasal hareket, ‘öp babanın elini de, o da seni affetsin’ muamelesini sindirebilir mi? Bu koşullar altında, BDP’nin demokratik zeminde siyaset yapmasını önemseyen, onları bu yönde teşvik etmeye çalışan bizim gibilerin sözü tüketilmiş olmuyor mu?
Aslında, uzlaşmayı hep ‘güçsüz olan’ veya ‘güçsüz olduğu düşünülen’den beklemek uzlaşma falan değil, düpedüz ‘güç gösterisi’. Söz konusu olan, güçsüz

Yazının Devamı

Zorunlu bir açıklama

12 Temmuz 2011

Böyle bir yazıyı hiç yazmamayı tercih ederdim ama zorunlu hale geldi. Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun yeni kabinede yer almaması konusunda yapılan değerlendirmeler arasında ‘benimle arkadaşlığının etkisi’ üzerine hiç ciddiye alınmayacak birtakım yorum ve haberler yapıldı.
Bu türden yorumların seviyesi ortadadır, ciddiye alınması tüm taraflar için haksızlık olur. Benim iktidara karşı muhalefetim siyasi konulardadır, muhalefet ettiğim konular gayet açık ve nettir. Buna karşın, Başbakan’ın ve iktidar partisinin bu türden tasarruflar ile hareket ettiğini bir an için bile düşünmem.

Çubukçu’nun ciddiye aldığını sanmam
İktidar partisi içinde ve ona yakın birçok isimle geçmişe dayalı dostluklarım vardı, bu dostluklar sürdüğü zaman içinde birbirimizin farklı düşünce ve telakkilerine saygı çerçevesinde devam etti. Türkiye içinde bulunduğu gerilimleri sağlıklı biçimde aşabilmiş olsa bu türden dostluk ve fikir alışverişleri fazladan anlamlı olabilirdi. Ne yazık ki bu zemin büyük ölçüde tükendi, tüketildi.
Nimet Çubukçu’nun bu türden yorumları ciddiye aldığını düşünmüyorum. Dahası, yakından tanıma fırsatı bulduğum biri olduğu için makam ve mevki konusundaki mesafeli

Yazının Devamı

Bir büyük tartışmaya davet

10 Temmuz 2011

Türkiye’de sol düşünce içinde önemli bir isim olan Murat Belge’nin, 4 Temmuz tarihli Radikal gazetesine verdiği röportajı üzüntü ile okudum. Bence bu röportaj, Türkiye’de sol adına nerelere gelindiği açısından çok hüzün verici bir tablo çiziyordu.
Türkiye’de, bu türden tartışmalar ziyadesiyle şahsi polemiğe dönüştüğü ve anlamını yitirdiği için, bu konuya girmek istemedim. Ardından, röportajda doğrudan gönderme yaptığı Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu Bağımsız Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in Radikal’deki cevabını okudum. Sonra, Belge’nin Taraf gazetesinde Önder’e yazdığı iki cevabı okudum. Önder’in cevabı bence çok yerinde ve önemliydi. Belge’nin Kürt meselesi konusunda söylediklerini daha iyi izah eden cevapları dikkate alınmaya değerdi. Ancak, bu kadar önemli konuların kapısını açan bir tartışmanın, dönüp dolaşıp yine iki kişi arasında kapalı devre bir polemiğe dönüşmesi sol siyaset içindeki tıkanıklığın en son göstergelerinden biri.

Bir iki köşede ciddiye alınmalıydı
Aslında, bu türden tartışmaları günlük gazete köşelerinde yapmak hem imkânsız, hem anlamsız. Ancak, artık bu tür tartışmaların yapılabildiği başka mecralar da yok. O nedenle, ben bu tartışmanın

Yazının Devamı

Haysiyetli çıkış yolu

7 Temmuz 2011

Yeni kabine, iktidarın ‘milliyetçi-muhafazakâr’ kimliğinin altını çiziyor. Bunun Türkiye’nin geleceği açısından ne anlam ifade ettiğini, siyasi krizin seyrinin ne yönde gelişeceğini izleyerek göreceğiz. Diğer taraftan, Başbakan’ın, yemin etmeyen milletvekilleri için 15 Temmuz’un son tarih olduğuna ilişkin açıklamaya sürç-i lisan yorumu, siyasi krizden haysiyetli bir çıkış yolu bulunması açısından umut vaat edici görünüyor. Yine, umut edelim ki, Başbakan en yakın çalışma arkadaşlarından oluşturduğu kabinesi ile krizi aşma yönünde ciddi adımlar atmayı planlıyordur.
Türkiye’de yaşayan hepimizin geleceği, ‘haysiyetli’ bir çıkış yolunun bulunmasına bağlı. Şimdi, iktidar partisinin anlaması gereken, bu yönde en büyük sorumluluğun iktidara düştüğü gerçeğidir. Büyük bir çoğunlukla iktidara gelmiş bir hükümetin, karşısındaki muhalefeti haysiyetli bir çıkış yoluna yönlendirme gücü ve sorumluluğu vardır. Muhalefet çevrelerinin burnunu sürtmek, dayatmalarla rencide etmek yolu yol değildir, böyle bir anlayışın kimseye faydası olmaz. Dahası susturulmuş muhaliflerdense, haysiyetli muhalefet ile konuşabilen bir iktidar tablosu, geleceğimizi kurmak açısından çok daha kalıcı ve sağlam bir

Yazının Devamı

Maslahatçı demokrasi

5 Temmuz 2011

Başbakan esip savuruyor; ‘Muhalefet Meclis’e girmezse girmesin, Meclis çalışır’ diyor, ‘Tükürdüklerini yalayacaklar’ diyor. Kısacası, ‘yüzde elli oy almışım gerisini onlar düşünsün’ diyor. İktidarın demokrasi anlayışı bu, ‘bu demokrasi anlayışı’ giderek pekişiyor, demek ki daha çok çekecek çilemiz var, Allah yardımcımız olsun!
Ama, daha vahim olan, memleketin muhafazakâr, liberal, sol demokratlarının çoğunun bu anlayışa karşı çıkmak yerine kulp bulmak için birbiri ile yarışıyor olması. ‘Muhafazakâr demokratlar’ın durumunu izah etmek kolay. Onlar artık olaylara iktidar perspektifinden bakıyor. Onlar için CHP ‘Ergenekon partisi, başına ne gelirse hak ediyor’. BDP’ye gelince, onlar da ‘teröristlerin partisi!’ İşi bu noktaya getirmeyi kendilerine yediremeyenler, daha ‘ince’ yorumlara sığınıyor. Diyorlar ki, ‘Bu sistem bizi de mağdur etti, oyunbozanlık etmedik, dişimizi sıktık, sabrettik, demokrasinin kuralları içinde davrandık’. İlk bakışta ‘doğru’, ama mesele bu kadar basit değil.

Geleneklerinde yok
Muhafazakâr kesim sadece demokrasiye inandığı için değil, ‘maslahat’ geleneğinden geldiği için, ‘ne olursa olsun devlete zeval gelmemeli’ anlayışına inandığı için dişini

Yazının Devamı

‘Bölgesel savaş’ın ayak sesleri

3 Temmuz 2011

Bölgesel faciaya doğru bir adım daha atıldı; BM destekli Uluslararası Lübnan Özel Mahkemesi, üst düzey dört Hizbullah yetkilisi hakkında tutuklama kararı çıkardı. Bu ne sıradan bir olay, ne de sadece Lübnan’ı ilgilendiriyor. Öyle olmadığını daha iyi anlatabilmek için, bölgeyi yakından izlemeyenler için kısa bir hatırlatma yapalım.
Beş buçuk yıl önce, Lübnan Başbakan’ı Refik Hariri bir suikasta kurban gitmişti. Hariri, sadece Lübnan için değil, bölge denklemi açısından kilit bir isimdi. ABD başta olmak üzere Batı dünyası ve bölgede Suudi Arabistan başta olmak üzere Batı müttefiki ülkeler, İran ve Suriye cephesine karşı sonuna kadar Hariri’yi destekliyordu. Bu, sadece Lübnan’a ilişkin bir güç dengesi hesabı değil, bölgesel güç dengesi açısından çok önemli bir konuydu. Zira, İran destekli Şii Hizbullah Lübnan’da tartışılmaz bir güç merkezi idi, ülkede Suriye nüfuzu belirleyici idi ve bölgesel güç dengesinin değişimi açısından Lübnan’da Suriye ve Hizbullah’ın gücünün kırılması gerekiyordu.

Karşılıklı hamleler
2004 yılının sonuna doğru ileri bir hamle olarak, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına ilişkin BM kararı çıktıktan kısa bir süre sonra Hariri öldürüldü ve kıyamet

Yazının Devamı

‘İkna Odaları’ndan ‘İkna Meclisi’ne

30 Haziran 2011

‘Otoriterlik’ sadece bir devlet veya rejim sorunu değildir. Otoriterlik, her şeyden önce veya her şey bir yana, bir zihniyet meselesidir. Öyle görünüyor ki, Türkiye’nin temel meselesi bu.
Türkiye’de halihazırda iktidar olanlar, otoriter bir devlet ve rejim anlayışının mağduru idiler. Özgürlük talep ettiklerinde, ‘önce biat edin!’ deniliyordu. Önce ‘irticacı olmadığınızı kanıtlayın’, ‘önce yasalara uyun’, ‘önce başınızı açın, sonra konuşun’ deniliyordu. Üniversiteye girmeye hak kazanmış öğrenciler ‘ikna odaları’nda, mevcut anlayışa, mevcut yasalara biat etmeye ‘davet’ ediliyordu. Oysa sorun mevcut yasalarda, ‘irtica tehdidi’ adına kısıtlanan özgürlük anlayışında idi. Hâlâ, bu eşiği bile tam aşmış değiliz. Bu kafada olanlar güçlerini yitirdiler, ama çoğunun kafası değişmiş değil.

Yeni bir ‘muktedirler dili’
Diğer taraftan, eski dayatmaların mağduru olanlar, haklı olduklarını düşündükleri oranda direndiler, iktidar oldular. Ne hazin bir tecelli, şimdi onlar karşılarına çıkana, ‘önce biat et!’ diyorlar. Meclis’te yemin etmeyenlere, özellikle de, Meclis’i boykot edenlere karşı özetle söyledikleri budur. Bu, iktidar, hatta devlet ve rejim anlayışı değişiyor ama otoriter

Yazının Devamı

‘Kürt isyanı’ mı?

28 Haziran 2011

Geçtiğimiz hafta sonu, Cengiz Çandar’ın TESEV için kaleme aldığı ‘Dağdan İniş, PKK nasıl silah bırakır’ raporu, iki gün süren bir toplantılar dizisi çerçevesinde tartışıldı. Çok önemsememe ve çok istememe rağmen, üniversitede dönem sonu yoğunluğuna rastladığı için, maalesef bu toplantılara katılamadım, tartışmaları basından izlemek durumunda kaldım.
Hemen söyleyeyim, birçok konunun halen adının konulmasından bile kaçınılan, çoğunluğun karnından konuşmayı bırakmamaktan vazgeçmediği ‘Kürt meselesi’ açısından bu çalışma çok önemli ve olumlu bir adım. Ancak, halihazırda, hak ettiği ilgiyi görmedi ve yeterince tartışma konusu yapılmadı. Bunun en önemli nedeni, kuşkusuz, tutuklu milletvekilleri konusunda YSK kararına ilişkin yaşanan kriz. Bugün, TBMM’de yemin günü ve belli ki, kriz daha da derinleşecek. Diğer taraftan, tam da bu nedenle, yani bu krizi daha iyi anlamak açısından Çandar’ın raporu daha da önemli bir tartışma zemini olarak görülmeli.

Benim bazı çekincelerim var
Diğer taraftan, Çandar’ın ‘PKK olayı bir Kürt isyanıdır’ tespiti konusunda benim bazı çekincelerim var. Bu tespitin çıkış noktasını oluşturan, ‘Kürt meselesi’ni, ‘terör’ kavramı ve anlayışı içine

Yazının Devamı