Yazın ortasında olduğumuzdan değil, ne takvim olarak yazın ortasındayız, ne de ortam olarak yaz yaşayabildik. Sadece, Koestler’in çarpıcı başlığı ‘Gün Ortasında Karanlık’ı hatırlattığı için bu başlıkla başladım.
Kimseye laf anlatmak mümkün olmadı, yeniden bir karanlık tünele girdik. Bari savaş çığırtkanlığı yapmayalım. İsteyen istediğini suçlasın, ama bunun muhasebesini, hiç olmazsa şimdilik bir yana bırakalım. Gelinen noktada, en azından savaşa, yıkıma karşı bir mutabakat zemini yaratalım, o zeminden ‘durun!’ çağrısı yapalım. Görünen o ki, bu ülkede ‘ne olursa olsun, savaş olmasın’ diyenlerin sayısı çok az. Biz de birbirimizi yemeye devam edersek, meydan, savaşı milli maç seyreder gibi şevkle seyretme zilletine düşenlere kalacak, sesimiz iyice kısılacak. Oysa gün, bu karanlık tünelden en kısa zamanda çıkmak için sesimizi yükseltme günü.
Çok önemli bir yazı
Roni Margulies, dün çok önemli bir yazı yazmış (Taraf). Şöyle demiş, “AK Parti hükümeti savaşı kazandı. Silahlı savaşı değil, propaganda savaşını. Kamuoyu varsayımı kabullendi. Barış olacaktı, olamadı çünkü PKK barış istemiyor. Suçlu PKK. Bu durumda tek çare kaldı. Savaşmak, Kandil’i bombalamak. PKK’yi yok etmek”.
Uğursuz ‘şiddet sarmalı’na teslim olmak üzereyiz. Ben her şeye rağmen, teslim olmamak gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıyı yazmaya oturduğumda, bir yandan (herhalde herkes gibi) televizyonda 8 şehit haber ve yorumlarını izliyordum. Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Hüseyin Yayman’ın değerlendirmesine, Fuzuli’nin ‘söylesem faydası yok, sussam gölüm razı değil’ beyiti ile başladığını duydum.
İnsan, şimdilerde ‘tam da bu!’ diye düşünüyor. Susmaya gönlümüz razı değil, keşke söylediklerimiz de faydasız olmasa. Şiddet tuzağına düşmenin önünü kesmek için zor zamanda konuşmak zorundayız. Son günlerde Başbakan ve hükümet çevresi sert mesajlar veriyor, buna karşın PKK eylemlerini arttırıyor. Bu gidişten medet ummak mümkün değil. Şimdi, bırakalım bu gidişi başlatanın veya kışkırtanın asıl kim olduğunu tartışmayı. Neticede, bu gidiş iyi bir gidiş değil, en azından bunda anlaşalım.
Bu konuda anlaşabiliyorsak, öfkeye, isyana kapılıp, bir felakete giden yolda, son çıkışları kaçırmayalım. Devletin isterse, kendisine karşı ayaklananları ezip geçebilecek gücü olduğu konusunda kuşku yok. Nitekim bu yol çok denendi, sonuç da alınmadı değil, ama alınan sonuçları, yani genç insan cenazeleri ve
Londra’da siyah bir genç adamın polis tarafından öldürülmesi ardından patlayan olaylar dolayısı ile, kapitalizmin ‘kriz’i, ‘çözülüş’ü ve hatta ‘yıkılışı’ndan bile söz edilir oldu. Diyelim öyle ama, bugünkü koşullarda kapitalizm krize girse ne olur, çözülse ne olur, hatta yıkılsa ne olur? Bu, tek başına umut vaat edecek bir şey mi?
Artık kapitalizmin krizi, insanlık krizi, çözülüşü insanlığın çözülüşü. Artık isyanlar istikametsiz, umut vaat etmekten uzak ve çoğu durumda haysiyetsiz. Londra’da yaşananlar, kapitalizmin çözülüşünden ziyade insanlığın çözülüşüne işaret ediyor. Bu çözülüşün en iyi göstergesi, işin çetecilikle başlayıp, çapulculukla sonuçlanması. Tüketim çağının köleleri köleliğe isyan etmiyor, ilk buldukları fırsatta, talan ederek tüketmeye girişiyor. ‘Karşı’ oldukları bir şey yok. Bu çağın insanlıktan çıkardığı paryaları, vitrinlerde görüp satın alamadıklarını, fırsat doğduğunda vitrinleri kırıp talan etmeye girişiyorlar. Hepsi bu.
Her çağın mazlumları...
Her çağın isyanları biraz böyle değil midir? Evet ve hayır! Evet, her çağın mazlumları, paryaları bıçak kemiğe dayandığında bir yolunu bulup isyan eder, yakıp yıkar. Ama, o kadar. Ama, sadece bu isyanlara
Güney Afrikalı ünlü akademisyen Adeyeke Adebajo’nun, Soğuk Savaş sonrası Afrika üzerine yazdığı son kitabının başlığı ‘Berlin’in Laneti’ (The Curse of Berlin, Columbia University Press, 2010). Kitabın başlığı, Batılı güçlerin, Bismack’ın düzenlediği, 1885 Berlin Konferansı ile Afrika’yı paylaşmasına gönderme yapıyor.
Somali’de yaşanan kuraklık ve açlık, Türkiye’de başlatılan yardım kampanyası ve Başbakan’ın bu ülkeye yapacağı ziyaret, bu ülkeyi yoğun bir şekilde gündemimize getirdi. Ancak, yakın zamana kadar Ortadoğu gibi yakın bir bölge için bile geçerli olan ilgisizlik, Afrika söz konusu olduğunda daha geniş boyutlarda devam ediyor.
‘Açlık, kıtlık’ gibi kötü bir vesile ile de olsa, Afrika hazır gündeme gelmişken, umarım dikkatimiz son felaketin yaşandığı Somali ötesine taşar. Afrika, koskocaman bir kıta ve açlık kıtlık ötesinde sorunları var. Daha doğrusu açlık ve kıtlığa nasıl gelindiği sorunu üzerine düşmek gereği var.
Siyasi otorite tamamen çöktü
Afrika’nın modern tarihine ilişkin acı gerçekler, Berlin Konferansı ile başladı ama, bugün karşı karşıya olduğumuz Afrika tablosu, o tarihlerde son şeklini alan klasik sömürge imparatorluklarının ve klasik sömürge
Ertuğrul Özkök, 9 Ağustos tarihli yazısında (Hürriyet) ‘Türk sorunu kendiliğinden kabarmıyor, kabartılıyor’ sözüme karşı bir dizi soru sormuş. O soruları da ayrıca cevaplamak isterim, ama benim asıl vurgu yapmak istediğim husus; Türkiye kamuoyunun kaygı ve kuşkuları neyse, bunları değişmez mazeretler olarak düşünmek yerine, toplumsal barış ve bir arada yaşama adına nasıl değiştirebileceğimize kafa yormamız, bu yönde tüm sorumluluğu Kürtlere veya Kürt siyasi çevrelerine yıkmak yerine, bizim üstlenmemiz gerektiği idi.
Özkök, bu konuda kendisinin gösterdiği çabalara örnek olarak, Öcalan ile görüşmeyi ilk önerenlerden birinin kendisi olduğunu ve ‘gerekirse ayrı yaşanabilir’ dediğini hatırlatıyor. Öcalan ile görüşme konusunda zaten belli ki ‘sorun’ yok, sorun bu görüşmelerin mahiyeti ve sonuçları. Öcalan ile görüşüp, ‘hadi talimat ver de, bu sorun bitsin!’ demenin bir anlamı olmadığı ortada. ‘Gerekirse ayrı yaşamayı önermek’ ise, hatırladığım kadarıyla, kardeşçe, barış içinde bir arada yaşama yolu aramaktan ziyade, ‘madem iş bu noktaya geldi, ayrılalım gitsin, zaten Türkiye’nin Batı’sı da Kürtlerin yükünü çekmekten bıktı’ tonundaydı.
Ben de, ‘ayrılıkçı’ parti kurma veya
17 Kasım 2005 tarihli Hürriyet gazetesinin manşeti ‘Sonun Saddam gibi olmasın’dı. Dünkü Hürriyet gazetesinin bu kez iç sayfalardaki başlığı ‘Mübarek gibi sonun olmasın.’ Uyarılan kişi, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat. Kasım 2005’te, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, güvenlik zirvesi ardından Rice‘ın ‘Hariri suikastının aydınlanmasında işbirliği istiyoruz’ mesajını Suriye’ye iletmek üzere Şam’a uçmuştu.
Kaçınılmaz durum
Dün Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Suriye Türkiye’nin ‘katliamlara son ver’ mesajını iletmek üzere uçtu. Türkiye’nin Suriye’de yaşananlara sessiz kalmasını beklemek haksızlık olurdu. Ancak daha önce de yazdığım gibi, konu ‘insani müdahalede’den ziyade ‘reel politika’ konusu. Bu 2005’te de böyleydi, şimdi de böyle. Türkiye’nin içinde bulunduğu Batı ittifakı ile Suriye-İran cephesi, Davutoğlu’nun ‘hayalci dış politika’ diye eleştiri hedefi yapılan tüm çabalarına rağmen kaçınılmaz olarak karşı karşıya gelecekti ve geldi.
Hal böyle iken, tamamen siyasi bir çatışma konusu ve alanı olan, Batı ittifakına karşı İran-Suriye hattı çerçevesindeki gelişmelere başka kılıflar bulma çabaları öne çıkıyor. Bunun son örneği Semih İdiz’in ‘İran konusunda gözler açılıyor’
Kürt meselesinin çözümünde, ‘Türk meselesi’ veya ‘Türk sorunu’ tabirini ilk kimin kullandığını hatırlamıyorum. Ancak, yıllar önce, Barış Meclisi’nin bir toplantısında, ‘bu ülkede aslında Türk sorunu var’ diye sözü geçtiğini hatırlıyorum. Ben ilk kez, ‘açılım süreci’nin başlangıcında ‘Türk meselesi’ üzerine yazdım. Ancak, zaman içinde ‘Türk meselesi’ çözülmesi gereken bir ‘sorun’ olmaktan ziyade, birçok konuyu tartışmanın önünde bir ‘mazeret’ olarak yerleşmeye başladı. Bu mazeretin oluşmasında, benim yazımın veya söylediklerimin de katkısı olduysa, günahımın vebalini, kısmen de olsa, bu yazı ile ödemeye çalışayım.
Sorun ‘kabarmıyor’, kabartılıyor
On yıl önce, yani Kürt siyasetine daha eleştirel bir mesafeden bakarken, ‘politik doğruluk açısından, Kürt siyaseti üzerine eleştirel yaklaşımlarımı milliyetçi çevrelere malzeme teşkil eder çekincesi ile yazmamayı tercih ettiğimi’ yazmıştım. Aynı dikkati bu konuda da göstermem gerekirdi. Zira şimdilerde, ‘Türk meselesi’nin, sadece ‘geleneksel’ milliyetçi çevreleri değil, zaman içinde milliyetçilikleri çeşitli şekilde tezahür eden Beyaz Türkler’in de, dört elle sarıldığı bir mazeret halini aldığı çok açık. Son olarak Ertuğrul
Dünya yalan olmaya yalan da, ‘her şey bomboş’ değil, ‘yalan dünya’ yalan dolu, hesap, kitap, kirli pazarlık dolu. Kimse, iki günlük dünya için ‘değmez’ demiyor. Hal böyle iken, en rahatsız edici olan, bunca hesap kitabın, ‘insanlık’ kisvesine büründürülmeye çalışılması.
Son günlerde, Suriye’de içler acısı şeyler oluyor, bu güzel ülke yine kana bulandı. 1982’de Hama’da yaşanan katliam, ne yazık ki, yine kanla, katliamla gündeme geldi, hatırlandı. Hama katliamı için rejim yanlılarının, ‘Lübnan gibi 15 yıl iç savaştan ise, iki gün daha iyidir’ dediği bilinir. Yani anlayış, bu anlayış! Şimdilerde herkes, birdenbire o karanlık olayı hatırlıyor, isyan ediyor. Ama o kadarla kalmıyor, bu olaylar üzerinden Suriye’ye müdahale için zemin hazırlanıyor. Bir karanlık işin içinden, başka bir karanlık işin yolu yapılıyor. Türkiye ‘göreve’, ‘enerjik olmaya’ davet ediliyor. Oğul Esad için, Uluslararası Ceza Mahkemesi sözü dolaşıyor. Sahi, o mahkeme bugüne kadar ne yapıyordu? Hama katliamının komutanı, amca Rıfat Esad, bunca yıl Batı ülkelerinde elini kolunu sallayarak dolaşmadı mı? Şimdi nerede?
Yanına kalmasın ama...
2006 yılında Suriye rejimine karşı, uluslararası siyasi baskının