Ben Affleck üçüncü kez yönetmen koltuğunda. Başrolünü de kendisinin üstlendiği; çekimlerinin bir bölümü de İstanbul’da yapılan “Argo” 1970’lerin sonlarında geçen bir casus gerilimi
Ben Affleck üçüncü uzun metrajlı filmi “Argo” ile kamera arkasında, kamera önünden daha etkin olduğunu genel kanısının gücüyle karşımıza çıkıyor. “Argo”, Affleck’in yönettiği “Gone Baby Gone” ve “The Town”dan İran İslam Devrimi sırasında geçen konusuyla hem kendi toprakları ABD’de geçmeyen hem de dönem filmi olması itibariyle daha iddialı bir film “Argo”.
Filmin Chris Terrio tarafından kaleme alınan senaryosu, uzun yıllar devlet sırrı olarak kalan bir CIA operasyonunu konu alıyor. Film, 1979’da İran İslam Devrimi’nde devrilen Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin ABD’ye sığınmasının ardından Şah’ın İran’a iade edilmesi için Tahran’daki ABD elçiliğini kuşatan öfkeli kalabalıkla başlıyor. Polis ve asker olaya müdahale etmeyince ABD elçiliğine giren kalabalık, elçilik çalışanlarını rehin alır. Ancak sokağa direkt çıkışı olan vize bölümündeki altı Amerikalı kaçıp Kanada elçisinin evine sığınırlar. Aradan bir ayı aşkın süre geçer. ABD Dışişleri yakalanırsa infaz edilme olasılığı yüksek olan bu altı ABD’liyi
Ben Affleck’in yönetip başrolünde yer aldığı ‘Argo/Operasyon: Argo’, 1979’da İran İslam Devrimi sırasında yaşanan bir rehine krizine odaklanıyor. Militanların Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’nde rehin aldığı insanlarından altısının Kanada Elçiliği’ne sığınmasını üzerinden ilerleyen filmin oyuncu kadrosunda Affleck’in yanı sıra Alan Arkin, Bryan Cranston ve John Goodman var. ‘Operasyon: Argo’dan yola çıkıp, diğer ‘rehine’ durumlarına göz attık
KÖPEKLERiN GÜNÜ- DOG DAY AFTERNOON (1975)
Rehine denince ilk aklan gelen banka soygunu elbette. Usta yönetmen Sidney Lumet’nin imzasını taşıyan bu 70’ler klasiği de bir banka soygunu sırasında yaşanan rehine krizini konu alıyor. Gencecik Al Pacino, filmde banka soygununa kalkışan ve ortağıyla birlikte her şeyi eline yüzüne bulaştıran Sonny’de kariyerinin en iyi performanslarından birini sergiliyor. İşler ters gidince, soyguncular etrafı polisle sarılmış bankadan çıkabilmek için çalışanları rehin alıyor. Film, hem çekildiği dönemin ruhunu yansıtması hem her an ayakta tuttuğu gerilimle eskimeyen bir yapım.
iÇERiDEKi ADAM-INSIDE?MAN (2006)
‘Dog Day Afternoon’un Sonny’si ne kadar acemiyse ‘Inside Man’de Clive Owen’ın canlandırdığı
Uzun soluklu ‘Dallas’ dizisinde canlandırdığı petrol kralı ‘J.R. Ewing’ karakteriyle beyaz camın en popüler karakterlerinden birini; hatta dünyanın en ünlü kötü adamını canlandıran Larry Hagman, 81 yaşında hayatını kaybetti. Aktör, uzun süredir kanser tedavisi görüyordu
21 Eylül 1931’de Teksas’ta dünyaya gelen Hagman, oyuncu Mary Martin ve avukat Ben Hagman’ın oğluydu. İleride ‘Dallas’ta rol aldığında, dizinin Teksas doğumlu tek oyuncusu olacaktı. 1936’da çift boşanınca, Hagman, Los Angeles’a taşındı ve anneannesinin yanında yaşamaya başladı. 12 yaşındayken anneanesini kaybedince, New York’a annesinin yanına gitti. Annesi, bu sıralarda ikinci evliliğini yapmış ve başarılı bir Broadway kariyeri inşa etmişti. Hagman da tercihini ‘anne mesleği’nden yana kullandı ve oyunculuktaki ilk adımlarını tiyatro sahnesinde attı. Profesyonel olarak ilk sahneye çıkışı Dallas’taki Margo Jones Theatre’da oldu. Ardından New York’ta sergilenen ‘Taming the Shrew’da rol aldı. Annesinin büyük sahne hiti ‘South Pacific’te rol bulan Hagman, oyunla birlikte İngiltere’ye gitti ve beş yıl burada yaşadı.
Eşinin tercihi dönüm noktası oldu
Hagman, üne 1965’te komedi dizisi ‘I Dream of
Fransa sinemasının iki ünlü ismini oyuncu kadrosunda bir araya getiren “Mutluluk Asla Yalnız Gelmez” farklı dünyalara ait iki kişinin aşkını konu alıyor
Fransa yapımı romantik komedi “Mutluluk Asla Yalnız Gelmez”, ana karakteri Sacha Keller’ı bir caz kulübünde piyano çalarken gördüğümüz bir sahne ile açılıyor. İlk andan 20’li yaşlarındaki genç kadınlarla kısa süreli ilişkiler yaşadığını üst sesle anlatan ve çocukları hiç sevmediğini söyleyen Sacha, küçük yaşta kaybettiği, ünlü bir piyanist olan babasının anılarının altında ezilen, günü gününe yaşayan bir adam. Bir gün müziğini yaptığı bir reklamın toplantısından çıkarken sakar, yağmur yüzünden düşüp yerlerde yuvarlanan bir kadınla tanışıyor. Charlotte adlı bu kadına ilk görüşte vurulan Sacha, onun reklamı hazırladığı büyük holdingin patronunun ayrıldığı eşi olduğunu öğreniyor. Aralarında sınıf farkı bulunan sosyetik Charlotte’la görüşmeye başlayan Sacha, onun üç çocuğuyla tanıştığında çocuklarla ilgili düşüncelerini gözden geçirmek zorunda kalıyor. Ayrıca babasının kariyerinin yarattığı kompleksten kurtulup bir müzikal yazmaya da girişiyor. Ancak Charlotte’la yeniden bir araya gelmeyi planlayan kocası Alain Posche âşıkları
Son dönemin en büyük gençlik fenomenlerinden biri olan “Alacakaranlık / Twilight” serisi sona eriyor. Dört senelik macerada bu işten karlı çıkanlar Kristen Stewart ve Robert Pattinson oldu
Her şey, ABD’li Mormon bir ev kadını olan Stephenie Meyer’ın 2003’te gördüğü bir rüya ile başladı. Rüyada bir insana âşık bir vampir vardı; âşık olduğu kızın kanına karşı bir açlık duyuyordu. Bu rüyadan sonra ilhamla dolan ve hızla romanı yazan Meyer, klasikleşen başarı hikayelerinde adet olduğu üzere dikkat çekemeyip yayınevleri tarafından reddedildi. Ancak sonunda 2005’te “Alacakaranlık / Twilight” ABD’de yayımlandı, kısa sürede çok satanlar listelerine girdi. Kitap, rüyasında olduğu gibi özetle bir vampir ile insanın aşk hikayesini konu alıyordu. Bu gençlik romanı pek çok dünya diline çevrilirken, Meyer son sürat devam romanlarını yazıyordu. Hiç “writer’s block” yaşamamışa benzeyen Meyer, bir yıl arayla çıkan devam kitapları “New Moon” (2006), “Eclipse” (2007), ve “Breaking Dawn” (2008), serinin hayran kitlesini genişletti. Artık “Alacakaranlık” serisiyle Meyer, gençlik romanlarının süperstarı olarak nitelendiriliyordu. Popülerliğine diyecek yoktu da Meyer’ın yazım yeteneklerine
Beş filmdir süren “Alacakaranlık” serisi sonlanıyor. Gitgide ‘kan kaybeden’ seri, heyecansız bir finalle noktalanıyor
2008’de “Twilight / Alacakaranlık”la başlayan, gişede büyük ilgi gören ancak kalitesi çok tartışmalı filmlerle devam eden seri, “Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti Bölüm 2” ile bitiyor. Serinin gişe başarısını sonuna kadar kullanma refleksi, özellikle bu ve bir önceki filmle birlikte göze batan bir hal alıyor.
Stephenie Meyer’ın aynı adlı romanlarından uyarlanan filmlerde, son roman bir filme sığmayacak malzeme içeriyormuş gibi ikiye bölünmüştü (Kıyas için “Yüzüklerin Efendisi”nin üç filmle sinemaya uyarlanabildiğini hatırlatalım). Son kitabın ilk bölümünde, insan Bella ve vampir sevgilisi Edward dünyaevine girmiş; Bella filmin finalinde zorlukla bir çocuk dünyaya getirmişti. Bu zorlu doğumda hayatı tehlikeye girince de serinin başından beri istediği şeye kavuşarak büyük aşkı Edward tarafından vampire dönüştürülmüştü. İkinci film vampir olmuş Bella ile açılıyor. Duyarlılığı artan, ilk avını başarıyla gerçekleştiren güçlü bir vampire dönüşen Bella, güzel isimli (!) çocuğu Renesmee, artık cinselliği doyasıya yaşayabildiği kocası Edward ve onun ailesi
Yurt dışından ödüller, ulusal festivallerde elde edilen başarılar gösteriyor ki, yeni Türkiye sinemasında parlak bir nesil var. Bu neslin dikkat çeken isimlerinden biri de bugün ikinci uzun metrajlı filmi ‘Gözetleme Kulesi’ izleyiciyle buluşacak Pelin Esmer. Yönetmen, belgesel filmi ‘Oyun’la övgü topladıktan sonra koleksiyoner Mithat Bey’in hikayesini anlattığı ‘11’e 10 Kala’yla ilk kurmaca uzun metrajlı filmine imza attı. Aralarında Altın Koza’nın da olduğu ödüller alan ‘11’e 10 Kala’nın ardından ‘Gözetleme Kulesi’ geldi. Başrollerini Olgun Şimşek ve Nilay Erdönmez’in paylaştığı, vicdanlarıyla hesaplaşan iki yalnız karakteri konu alan bu film, dünya prömiyerini önemli festivallerden Toronto’da yaptıktan sonra Adana’da Altın Koza için yarıştı. Altın Koza’dan aralarında ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ (Özgür Eken), ‘En İyi Kadın Oyuncu’nun da (Nilay Erdönmez) bulunduğu beş ödülle döndü. ‘Gözetleme Kulesi’ vesilesiyle yeni Türkiye sinemasının beş başarılı yönetmenini mercek altına aldık.
Özcan Alper
Son yılların en başarılı yerli ilk filmi sorusuna ticari olmayan sinemayı takip edenlerin çoğunun vereceği yanıt belli: ‘Sonbahar’. Film, 1990’larda siyasi
Venedik Film Festivali’nden ödüllü “The Master”, Paul Thomas Anderson’ın ‘ustalık’ dönemi filmlerinden biri olarak kabul edilebilir
“The Master”ın en önemli avantajı, finalde noktayı koyduğu anda karakterlerin hayatlarını nasıl sürdürdüklerinin zihninizi meşgul etmeye devam etmesi.
Paul Thomas Anderson, aralarında “Boogie Nights”, “Magnolia” ve “There Will Be Blood”ın da olduğu filmografisiyle ABD’li yönetmeni her ciddi sinema takipçisinin yakından izlediği bir isme dönüştürdü. Bu yıl Venedik Film Festivali’nde yarışan, Joaquin Phoenix ve Philip Seymour Hoffman’a En İyi Erkek Oyuncu; kendisine ise En İyi Yönetmen Ödülü kazandıran yeni filmi “The Master” ise bir ustalık şovu olarak karşılandı.
Filmin gösteriminde önce bolca konuşulmasının nedeni ise Hoffman’ın canlandırdığı Dodd’un Scientology’nin kurucusu L. Ron Hubbard’dan yola çıkılarak oluşturulmuş bir karakter olduğu iddiasıydı. Anderson da filmin gösterimin ardından bu benzerliği kabul etti. Ancak “The Master” Dodd’un tarikatı ‘The Cause’la dolayısıyla Scientology’i odağına alan bir film değil. Filmin odağında iki erkeğin dostluğu var.
II. Dünya Savaşı’nın ardından açılan filmde, savaşta tam olarak ne yaşadığını