1950’lerde ABD’de bir banliyö... Burada yaşayan beyaz ailelerin dışarıdan mükemmel gözüken hayatı siyahi bir ailenin taşınmasıyla alt üst olur. Mahallede ırkçılığa bağlı tepkiler gitgide yükselirken annelerini kaybeden Lodge ailesinde dışarıdan gözükenden çok daha derin çürümüşlük hakimdir.
Coen Biraderler’in senaryosunu yazdığı, kayda değer bir yönetmenlik tecrübesine sahip Amerikan sistemini eleştiren muhalif aktörlerden George Clooney’nin yönetmenliğini üstlendiği “Suburbicon”, kağıt üzerinde işleyecek bir proje. Aralarında Matt Damon ve Julianne Moore’un olduğu oyuncu kadrosu da dünya prömiyerini bu yılki Venedik Film Festivali’nin ana yarışmasında yapan filme dair iyi işaretler. En azından ortalama bir Coen Biraderler filminin seviyesinin izleyicileri beklemesi umulabilir. Ancak Clooney dönem atmosferi, oyunculuk performansları ve
yapım şartları açısından belli bir düzeyi tutturan filmin tonunu bir türlü ayarlayamıyor. Film, sert ve şoke edici olmakla absürdleşebilen bir siyasi taşlama arasında bocalarken çok fazla şey söylemek istedikçe didaktikliğe saplanıyor, yolunu bulamıyor. Kariyerini banliyöler üzerinden Amerikan sistemini eleştiren Todd Solondz gibi yönetmenlerin
Joel Schumacher’in 1990 yapımı, kusurlarına rağmen sevilen filmi “Çizgi Ötesi / Flatliners”ın yeniden çevrimi ilkinin de gerisinde kalıyor.
“Ejderha Dövmeli Kız”ın Danimarka yapımı uyarlamasının yönetmeni Niels Arden Oplev’in imzasını taşıyan “Çizgi Ötesi” orijinal filmin karakterlerini olmasa da ana fikrini koruyor: Tıp öğrencisi Courtney, geçmişteki bir hatasının da etkisiyle kalbini durdurup ölüm sonrası deneyimini yaşamak ve bu andaki beyin aktivitelerini kaydetmek istiyor. Ona yardımcı olan tıp öğrencisi arkadaşları da sırayla bu deneyimi yaşarken, geçmişlerindeki hatalar onları rahat bırakmıyor.
Nesillerinin dikkat çeken isimlerinden oluşan kadronun varlığına rağmen “Çizgi Ötesi”, ilkini eğlenceli kılan kendini ciddiye almama halinden de nasibini almıyor. Bu da filmi sıradan bir gerilimin ötesine taşıyamıyor. Hollywood’un gereksiz yeniden çevrimler serisine kısa sürede unutulacak bir halka daha ekleniyor.
“Çizgi Ötesi / FlatlIners”
Yön.: Niels Arden Oplev
Oyn.: Ellen Page (Courtney), Diego Luna (Ray), Nina Dobrev (Marlo), James Norton (Jamie), Kiersey Clemons (Sophia) Sen.: Ben Ripley Gör.: Eric Kress
Müz.: Nathan Barr
Çocuk kitabı uyarlaması “Mucize / Wonder”, rahat izlenen ve seyircisine kendisini iyi hissettiren bir film
R.J. Palacio’nun çocuk romanından uyarlanan “Mucize / Wonder”, iyimser bir olgunlaşma öyküsü. Daha önce “Saksı Olmanın Faydaları”na imza atan yönetmen Stephen Chbosky, elindeki kaynağı rahat izlenen ve seyircisine kendisini iyi hissettiren bir filme dönüştürüyor.
Nazik kalarak sevgi kazanıyor
Filmin ana karakteri yüzünde doğuştan gelen bir deformasyona sahip küçük Auggie. Bu nedenle annesi tarafından evde eğitilen Auggie, bir noktada ailesinin kararıyla okula başlıyor. Bu zorlu süreç, onu zaman zaman psikolojik yıkımın kenarına getirse de ailesinin de desteğiyle vazgeçmiyor ve nazik kalarak nezaket ve sevgi kazanmayı başarıyor.
Film, sadece Auggie’nin bakış açısını sunmuyor. Arkadaşları ve ablası Via da hikayelerini Auggie etrafında takip ettiğimiz karakterler olarak kendilerini tanıtma fırsatı buluyor. Bu da “Mucize”yi sadece Auggie’nin değil, herkesin olgunlaşıp ilişkilerindeki düğümleri çözdüğü bir hale büründürüyor. Ana akım sinemanın kenarında kalan bu uyarlama, dünyaya pembe gözlüklerle bakıp zaman zaman klişelere teslim olsa da hoş bir seyirlik.
“Mucize / Wonder”
Yön.:
DC Comics kahramanlarının buluşma filmi “Justice League: Adalet Birliği”, renkli karakterlerin olabilecek en renksiz birlikteliğine dönüşüyor.
Çizgi roman uyarlamaları dünyasının iki devi Marvel ve DC Comics, yıllardır sürdürülen rekabeti süper kahramanları filmlerde süper takımlara dönüştürme formülüyle devam ettiriyor. Marvel’ın “Avengers” serisinin DC Comics’teki karşılığı olan “Justice League: Adalet Birliği / Justice League”, bu dünyanın Batman, Superman, Wonder Woman gibi filmlerde alıştığımız karakterlerine Aquaman ve The Flash’i de ekleyerek bir süper takım kuruyor.
Superman’ın yasının tutulduğu bir dünyada başlayan filmde, Batman, Wonder Woman kendi işleriyle meşgulken dünya onu mahvetmek isteyen Steppenwolf adlı süper kötünün tehdidi altına girer. Bu onları takıma yeni üyeler de ekleyerek bir güç birliği oluşturmaya iter.
“Avengers”ın dozundaki mizahının tersine ciddi ve asık suratlı bir dünyada geçen film; dağınık ve bir ritim içinde bir araya gelmeyen parçaların birleşimi. Süper kahraman filmlerinin gişe başarısı bir yana popüler sinemanın en sık sunduğu yemek olmasının ve bu durumun kabak tadı vermeye başladığının sorgulanması için yeni bir vesile olması belki de filmin
Hepsi şahsına münhasır tiplerden oluşan bir grup yolcu, trende işlenen bir cinayet ve dünyanın en iyi dedektifi... Agatha Christie’nin 33 romanında ana karakter olarak karşımıza çıkan Belçikalı dedektifi Hercule Poirot’nun en ünlü maceralarından biri olan “Doğu Ekspresinde Cinayet”, 1974 yılında başarılı yönetmen Sidney Lumet tarafından aralarında Albert Finney, Sean Connery, Lauren Bacall, Anthony Perkins ve Jean-Pierre Cassel’in de olduğu akıl almaz güçte bir kadroyla sinemaya uyarlandı. Lumet’nin çoğu filminde yakaladığı yüksek çıtayı yansıtan bu uyarlama zamana direnme konusunda iyi bir sınav verirken, Shakespeare uyarlamalarıyla ünlü ama son dönemde onlardan uzaklaşan saygın İngiliz aktör ve yönetmen Kenneth Branagh romanın yeniden çevrimiyle karşımızda.
Filmin başrolünde de Poirot rolünde bulunan Branagh, aynı Lumet gibi aralarında Depp, Cruz, Jacobi’nin de olduğu saygın ve ünlü oyunculardan oluşan bir kadroyu bu polisiye hikayenin hizmetine sunuyor. Poirot, trendeki tekinsiz iş adamı Ratchett’ın öldürülmesinin ardından trendeki yolcuları tek tek sorgularken, yalanlar ve beklenmedik bağlantılar, büyük bir polisiye bilmecesine dönüşüyor.
Risk almaktan uzak bir yeniden çevrim
“Doğ
Bu yılki Cannes Film Festivali’nden büyük ödül Altın Palmiye ile dönen “Kare / The Square”, bir modern sanat müzesi müdürü üzerinden eleştiri oklarını topluma yönlendiriyor.
2014 yapımı “Turist”le büyük ilgi gören ve Avrupa toplumu, aile ve erkeklik hallerine sert eleştirileri mizahla getiren İsveçli yönetmen Ruben Östlund, “Kare / The Square”le bu kez kamerasını çağdaş sanat dünyasına çeviriyor. Östlund’a bu yıl Cannes’ın büyük ödülü Altın Palmiye’yi kazandıran film, yönetmenin mevzu ettiği konuları ve kurduğu üslubu devam ettirdiği bir yapım.
Merkeze alınan karakter Stockholm’de bir modern sanat müzesinin küratörü Christian. Dışarıdan kendisine güvenli, işine bağlı ve “kusursuz” görünen Christian, hayatında beklenmedik küçük krizler çıktığında kırılganlıkları, egoizminin sonuçları ve erkekliğin üzerine kurulduğu zeminin sallantısıyla yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Refahın ve düzenin eksiksiz göründüğü Avrupa kültüründeki sterilliğin ne kadar sorunlu olduğunu sanat dünyası ve elbette Christian üzerinden gösteren Östlund, bir kez daha güven ihtiyacının elzemliğine ve gerçek bir iletişimin nasıl kurulup kurulamayacağına kafa yoruyor ve izleyicisinden de bunu talep ediyor. Östlund’un
Can Ulkay’ın yönettiği ve Türkiye’nin bu yıl Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a gönderdiği “Ayla”, gerçek bir hikayeden yola çıkıyor. Kore Savaşı’na gönderilen tugayda yer alan Süleyman Dilbirliği, bir gün savaşın kimsesiz bıraktığı küçük bir kız çocuğu bulur. Ayla adını verdiği bu çocuğun bakımını üstlenir; çocuk ona babası, Dilbirliği çocuğa kızı gibi bağlanır. Ancak yaklaşık bir buçuk yıl sonra ayrılma zamanı geldiğinde birbirlerinden kopmaları çok zor olacaktır. Şartlar onları ayırsa da aralarındaki bağ uzun yıllar boyunca devam eder. Yeniden görüşme istekleri hiç sonlanmaz. Süleyman Dilbirliği’ni İsmail Hacıoğlu, Ayla’yı ise Kim Seol’un canlandırdığı filmde onlara diğer önemli rollerde Ali Atay, Damla Sönmez, Murat Yıldırım ve Mehmet Esen eşlik ediyor. Savaşın ortasında geçen duygusal bir hikayeyi konu alan film yüksek bütçesiyle yapım değerlerine yatırım yapıyor. Filmin Oscar aday adaylığındaki macerasının gidişatı önümüzdeki günlerde belli olacak.
“Ayla”
Yön.: Can Ulkay Oyn.: İsmail Hacıoğlu (Süleyman), Ayla (Kim Seol), Ali Atay (Ali), Murat Yıldırım (Mesut) Sen.: Yiğit Güalp Gör.: Jean Paul Seresin Müz.: Fahir Atakoğlu
Thor ve çekici güldürüyor
Marvel evreninin
Hayatın kenarında yaşayan bir grup gencin hikayesini konu alan ve yönetmenlik tercihleriyle ilgi toplayan “Heaven Knows What”, New Yorklu kardeş sinemacılar Benny Safdie ve Josh Safdie’yi sinemaseverlerin takip listesine eklemişti. Yeni filmleri “Soygun/Good Time”ın Cannes Film Festivali’nde ana yarışmada gösterimi sonrasında Safdie Kardeşler’in ABD bağımsız sinemasının yenilikçi ve yetenekli isimlerinden olduğu öngörüsü haksız çıkmadı.
Safdie Kardeşler “Soygun/Good Time”da da “Heaven Knows What”ta olduğu gibi hayatla baş etmekte zorlanan ve köşeye sıkışmış karakterleri merkeze alıyor. Benny Safdie’nin canlandırdığı zihinsel engelli Nick, abisi Connie’nin zorlamasıyla bir banka soygununa karışır. Nick, tutuklanırken, Connie polislerden kaçmayı başarır. Connie’nin hedefi değişik yerlere sürüklendiği bir gecede Nick’in kefalet parasını bulmaya çalışmaktır ancak işler hep ters gider.
Tazelik sunuyor
Film, Safdie’lerin hareketli ve izleyiciye nefes aldırmadığı anlatımıyla benzer tür filmlerinin referanslarını kullanmakla birlikte stil olarak tazelik sunuyor. Gitgide daha ciddi bir oyuncu olarak görülmeye başlayan Robert Pattinson’ın Connie karakterindeki adanmış performansı filmin gücüne