“Yabancı terörist savaşçı” kavramı, Arap Baharı’nın terörizm literatürüne kazandırdığı bir sıfat. Çeşitli ülke vatandaşları, farklı motivasyonlarla iç savaş yaşanan ülkelere aktılar. Silahlı gruplara katıldılar. Sayıları bir ara on binlerle ifade edilmeye başlandı.
Yabancı terörist savaşçıların bir kısmı çatışmalarda öldü. Bir kısmı ülkelerine geri döndü. Bir kısmı ise, savaş bölgelerinde yakalanıp “hapishane, toplama kamplarında” tutulmaya başladı. “Kampların” bulunduğu bölgelerin hukuki statüsü tartışmalı. Yabancı terörist savaşçılarla ilgili ilginç çözüm önerileri ve tartışmalar da tam bu noktada başladı. Öyle ki aynı statüde iki örgütten biri “yargıç-gardiyan”, diğeri ise ”terörist-mahkûm” sıfatı kazanırken, gardiyan ilan edilen bundan “meşruiyet” devşirmeye çalıştı.
Vatandaşları “yabancı terörist savaşçı” sıfatı alan ülkeler, “terörist ise, at unut” yaklaşımı
Suriye konusu gündemi o kadar çok işgal ediyor ki güneydeki diğer komşumuz Irak’ı gözden kaçırıyoruz. Oysa Irak, son günlerde yine şiddet sarmalına girmiş durumda. Bu defa farklı nedenlerden dolayı halk sokağa çıktı. Ekonomik zorluklar, yolsuzluk, hırsızlık, ayrımcılık, adam kayırmacılık, mezhepçilik, etnik ayrımcılık şikâyetlerin başında geliyor. Güvenlik güçleri ile sıradan halk çatışmaya devam ediyor. Hükümeti protestolar sürüyor. Ne yazık ki Irak, şiddet ve ölüm sarmalından kırk yıldır bir türlü çıkamıyor.
Bir süre önce, BBC’de kısa bir video röportajı izledim. Altmışlarında bir kadın, Musul’da yürütülen operasyonları kastederek, “Ben hayatımda böyle savaş görmedim” dedi. Önce bu sözlere bir anlam veremedim. Sonra düşündüm, sıradan bir insan hayatında kaç savaş görebilir ki? Evet, Irak, tam kırk yıldır, farklı karakterde süregiden savaşlar zincirinin içinde debelenip duruyor. Bir toplum böylesine kanlı, kaotik, enerjisini
CIA eski başkanı E. General Michael V. Hayden, mealen, DAEŞ’i ABD’nin Irak politikalarının öngörülmeyen “zehirli meyvesi” olarak tanımlamıştı. “Zehirli meyve” kavramını, Irak’a “demokrasi getirmek” üzere yola çıkan ABD’nin yanlış, hoyrat ve gayrimeşru uygulamalarına tepki olarak ortaya çıkmış bir örgüt olarak gördüğü açıktı. “Meyve” öylesine zehirliydi ki sadece Irak ve Suriye’de değil, Afganistan’dan, Ankara’ya, İstanbul’dan Berlin’e, Paris’ten Londra’ya, Libya’dan Nijerya’ya kadar tüm dünyayı şok eden terör eylemleri ve uygulamalarıyla tarihte yerini aldı.
Nihayet ABD, doğumuna neden olduğu “zehirli meyvenin” lideri Bağdadi’yi başarılı bir askeri operasyonla “etkisiz” hale getirdi. Her ne kadar Trump konuşmasında birçok “detay” vermiş olsa da, en az dört nedenden dolayı operasyona dair her şeye inanmak zorunda değiliz. Şüphelerin birincisi Trump’ın kişiliğinden kaynaklanıyor. Onun özensiz, diplomatik
Türkiye’nin “Barış Pınarı” operasyonu, ABD’nin askerlerini Suriye’den çekmesi, Türkiye ve Rusya arasında imzalanan Soçi mutabakatı derken Suriye’de tablo baş döndürücü bir hızlı değişmeye devam ediyor. Şimdilerde herkes bu değişimin olası sonuçlarını kestirmeye çalışıyor.
İşin en büyük zorluğu aktörlerin çokluğu, hedeflerin ve karakterinin farklılığından kaynaklanıyor. Sahada ABD, Rusya gibi küresel güçlerin yanı sıra, İran, Türkiye, İsrail gibi bölgesel devletler de bulunuyor. Dahası, PKK, DAEŞ, Suriye Milli Ordusu, İdlib’de konuşlu radikal grupların oluşturduğu devlet dışı aktörler de faal. Oyuncular aktif, iş birliği içindeler veya rekabet ve çatışma halindeler.
İstihbarat örgütleri, farklı ve çok sayıda aktörlerin yer aldığı ortamı anlamaya, analiz etmeye çalışırken bir temel prensipten yola çıkarlar. “Devletlerin kapasitesini bilirsiniz, ancak niyetlerini bilemezsiniz. Örgütlerin ise amacını bilirsiniz ancak kapasitesini bilmez ve bunu keşfetmeye
Bu günlerde Suriye sorununda önemli bir aşamaya tanıklık ediyoruz. Kuzey Suriye’de “çatışmaya verilen geçici ara” bu gece sona erecek. Büyük ihtimalle bir dizi ateşkes ihlallerine ve itirazlara rağmen, süreç işleyecek ve PKK/PYD söz konusu bölgeden çekilecek. Ancak tartışmalar bitmeyecek ve farklı mahfillerde devam edecek. Öte yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin ile bugün Soçi’de önemli bir görüşme yaparak Suriye’yi konuşacak.
“Barış Pınarı” harekâtı, sadece askeri değil, siyasi, diplomatik, ekonomik ve kamu diplomasisi alanlarında da önemli gelişmeleri tetikledi. Aktörlerin pozisyonu değişirken, tüm taşları yerinden oynattı. Örneğin, ABD karadaki askeri varlığına son verirken, Fırat’ın doğusunda hava sahasının kontrolünü elinde tutmaya devam ediyor. En ilginç olanı ise Menbiç’in Rusya’ya terk edilmesi ve Esad’ın askeri gücünün Fırat’ın doğusuna geçişine izin verilmesiydi. Bu, bir anlamda Türkiye karşısında PKK’ya
Başlık, ilk bakışta kötümser bir kanaat olarak görülebilir. Ancak gelişmelere bakınca Ortadoğu’nun daha uzun yıllar sürecek, belirsizliklerle dolu, karanlık bir tünele girdiği de gerçek. Üstelik, bu karanlık tünelden kolay bir çıkış da yok. Daha geçen haftalarda Suudi Arabistan petrol tesislerine yapılan saldırıları, İdlib’e olası gelişmeleri, yüzlerce insanın öldüğü Irak’ı konuşurken şimdi birdenbire Türkiye’nin Fırat’ın doğusunda yürüttüğü askeri harekâtı konuşuyoruz.
Tüm bu istikrarsızlık ve gelişmelerin gerisinde farklı karakterde beş neden olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, tarihi miras olarak tanımlanabilecek, Şia-Sünni, Sünniler arası ve dinler arası çatışmalar. Zaman zaman alevlenen, politik gerilim ve çatışmalara hem meşruiyet, hem de dinamizm sağlayan önemli bir nedenden söz ediyoruz. Kolayca biteceğe de benzemiyor çünkü benzerlerinin bitmesi Avrupa’da yüzyıllar almıştı.
İkinci sorun alanı, 19. yüzyılın mirası milliyetçilikler. Bir yanda devlet
Çeşitli mahfillerde, Arap Baharı’nın yaza ulaşamadan kışa döndüğüne dair kanaat çoktan oluştu. Büyük umutlar, heyecanlar ve sözlerle başlayan süreç geride binlerce kaybedilmiş hayat, yanmış yıkılmış şehirler, bitip tükenmiş ekonomiler, milyonlarca mülteci ve şiddet dolu bir geçmiş bıraktı. Çökmüş devletlerde hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, eski seviyelere ancak on yıllarda gelinebileceğini gördük.
Arap Baharı başladığında en avantajlı, böylesine bir gelişme için en uygun imkânlara sahip örgüt PKK idi. Nerdeyse otuz yıllık bir tecrübesi, silahları, işleyen bir ideolojik ağı, uluslararası bağlantıları vardı. Bu defa, “Bahar” ayağına gelmişti. Tali olmakla birlikte yeni ve avantajlı fırsat alanı Suriye’de harekete geçti. İç savaşa bulaşmadı, sadece potansiyel rakip örgütleri hızlıca tasfiye etti. Artık Suriye’de belli ceplerde/bölgelerde rakipsizdi ve Arap Baharı’nın romantik yanını temsil edebilirdi. Kendi hedefine odaklanmış, “komünler” inşa etmekle
Yazının ilk bölümünün ardından olaylar hızla gelişmeye başladı. TBMM’den yetki alan siyasi otoritenin talimatı ile TSK, Suriye topraklarında girdi. Askerin ilk aşamada hedefi, sınırları belirlenmiş bölgeyi PYD/PKK’dan temizlemek. Ardından, güvenliği sağlayarak düzen inşa etmek ve bir sonraki aşamaya hazırlanmak. Bunlar işin askeri boyutu. Ancak Türkiye’nin ilan ettiği “politik hedeflerin” hayata geçirilmesi, sadece takip ettiğimiz askeri hamlelere bağlı değil, daha fazlası. Siyasi, diplomatik, ekonomik ve kamu diplomasisinden söz ediyoruz.
Nitekim askeri operasyonla birlikte Türkiye, beklendiği üzere, yoğun bir siyasi, diplomatik ve propaganda saldırısına maruz kaldı. Özellikle ABD kaynaklı eleştiriler açıkça tehdide evrilirken, akıl ve ahlak sınırlarını zorlamaya başladı. Kısa metrajlı taktik çıkarlar, iç politik kaygılar, sosyal medyanın dayanılmaz cazibesi ABD gibi “küresel gücü” iyice ayağa düşürdü. Mevcut tutumuyla ABD, sadece “Barış Pınarı” operasyonunun değil, küresel geleceğin büyük