Kanlı darbe girişiminin yol açtığı şok dalgaları hız kesiyor. Sis perdesi dağıldıkça, cevabı aranan bir dizi soruyla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Bunlardan birisinin de istihbarat olduğu açık.
Darbenin bastırılmasından kısa bir süre sonra, Milli İstihbarat Teşkilatı, darbe günü saat 16.00 dolaylarında Genelkurmay Başkanı’nı bilgilendirdiklerini el altından yaydı. Genelkurmay Başkanlığı da bu açıklamayı doğruladı.
Söz konusu açıklamalarda, cevabı aranan bir dizi soru var iken, asıl çarpıcı açıklama Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geldi. Açıklama şöyleydi: “İstihbarat zaafı var, çünkü eğer doğru istihbarat olmuş olsaydı, bunun önüne geçilebilirdi.” Daha ilginç olanı, Cumhurbaşkanı’nın, aynı konuşmasında ilk bilgileri “eniştesinden” aldığını açıklamasıydı. Tartışmalar, yorumlar darbe gün ve saatine odaklansa da istihbarata dair cevaplanması gereken asıl sorular darbenin hazırlık safhasına ait olmalıdır.
Darbe girişiminin ölçeği, planlamanın çok detaylı olması, bunun uzun bir zaman gerektirmesi, gizlilik ve hiyerarşi dışı niteliği “istihbarat zafiyeti” fikrini destekleyen kanıtlar.
Nitekim darbe girişimi, farklı kuvvetlere mensup general, subay ve astsubayın
Yakın tarihimizin ilginç ve bir o kadar acı, can sıkıcı dönemine tanıklık ediyoruz. Kanlı, başarısız bir darbeden söz ediyoruz. Çok sayıda insanımız hayatını kaybetti. Kurumlar ağır hasar aldı. İlişkiler bozuldu. İtibarlar sarsıldı.
Darbeciler kaybettiler. Mahkeme önünde hesap verme süreci uzun zaman gündemi işgal edecek. Kazanan taraf ise Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, seçimle gelen hükümet, parlamento ve medya. Kaybeden taraf her ne kadar FTÖ/PDY gibi görünse de asıl kaybedenin, kısa vadede, TSK olduğu açık. Uzun vadeli tahminler yapmak, halkımızın durumu için karar vermek ise oldukça zor.
Darbe girişiminin akamete uğratılmasını nelere borçlu olduğumuz uzun süre tartışılıp tahlil edilmeye çalışılacaktır. Bunun için, meşru anayasal güçler ile cuntacıların stratejilerini, yaklaşımını ayrı ayrı ele almak olanları ve olabilecekleri anlamak açısından faydalı olabilir.
Darbeyi önleyen ve gelişmelere damgasını vuran, tartışmasız Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Krizin başından itibaren tereddütsüz, kesin kararlı ve etkili bir liderlik sergilediği açık. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı güçlü kılan ise darbecilere karşı basit, etkili ve uygulanabilir bir stratejiye sahip olmasıydı. Bu gün sözün
Türkiye geçmişte tecrübe ettiği terör sorunlarının yeni bir versiyonuyla karşı karşıya. Bunun iyi bir haber olmadığının farkındayız. Son iki yüz yıllık terör tarihinin her safhasında ve karakter değişiminde bu toprakların hedefte olduğuna tanıklık ediyoruz. Geçmişte çok sayıda kurban verdik ve acılar çektik. Ancak ders alıp almadığımız tartışmalı.
Bir süreden beri tarihin terör kervanına DAEŞ de katılmış durumda. Tetiklediği terör dalgasının etkilerini daha yeni yeni hissediyoruz. En büyük risk ise devam eden PKK terörü ile yeni dalganın üst üste oturmuş olması. Bu nedenle DAEŞ terörü bazı örgütsel avantajlara sahip. Ciddiye alınması gereken, öncekilerden farklılıklar gösteren ağır çıktıları olabilecek bir sorun.
DAEŞ’i avantajlı kılan, Türkiye için zorluk teşkil eden bir dizi neden saymak mümkün. Jeopolitik nedenler, teröristler için hedef bolluğu, tarihi miras olarak sosyal, ideolojik ağlar. Yetersiz psikolojik hazırlık ve DAEŞ’in terör taktikleri gibi.
Jeopolitik konum, Türkiye’ye bir dizi zorluk çıkarırken, DAEŞ için göz ardı edilemeyecek çekiciliğe sahip. Sadece Suriye ve Irak’la sınırdaş olmaktan öte, Türkiye’nin Avrupa’nın kapısı ve Kafkasların sınırdaşı olması bile
Son aylarda onlarca jandarma ve polis karakolu PKK ve IŞİD’li teröristlerin bombalı araç saldırısının hedefi oldu. Saldırılarda çok sayıda şehit ve yaralının yanı sıra, ağır maddi hasar var.
Planlamanın basitliği, gerçekleştirme oranın yüksekliği, sonuçlarının ağırlığı nedeniyle bu tip saldırılar teröristlere cazip gelmektedir. Amacı ise asker ve polisi yıldırmak, yıpratmak ve psikolojik baskı altına almaktır. Görevleri gereği halkla iç içe olması gereken güvenlik güçlerini halktan uzaklaştırmak, güvensizlik yaratmak diğer amaç. Yanmış, yıkılmış, harabeye dönmüş karakol binaları ise propaganda malzemesi olarak görülüyor. Bütün bunlar “bomba yüklü araçla saldırıyı” sıradan bir eylem türü haline getiriyor.
Polis ve jandarma karakolları görevleri gereği sabit olmak zorundalar. Bu durum ilgilileri bir ikilemle karşı karşıya bırakıyor. Bir yandan, halkın güvenliği için halkın arasında, halkın içinde olmak zorundalar. Öte yandan, göz önünde, bilinen, ulaşılması kolay, herkese açık ve kolay hedef teşkil etmektedir. Sürprizlerden sakınması, saldırılardan bütünüyle korunması mümkün olmamaktadır.
Başka bir ifadeyle, eylem inisiyatifi tamamıyla teröristlerde bulunmaktadır. Hangi karakola, ne
eçen hafta terör Bağdat’ı yine vurdu. Saldırıda 250 kişi hayatını kaybetti. Bu 2003’ten beri tek bir terör saldırısında verilen en büyük kayıp. İşgalin üzerinden geçen on dört yılda on binlerce insan benzer saldırılarda hayatını kaybetti. Yaşanan trajediler insanların diktatör Saddam’ı mumla aramasına neden oldu.
İşgal esnasında, Bağdat’ta, elinde balyozla Saddam’ın heykelinin yıkılmasına katkı veren Kadim Şerif Hasan el Jubiri BBC muhabirine verdiği mülakatta şunları söylüyordu. “Şimdi pişmanım, elimde olsa heykeli yeniden dikerdim ama öldürülmekten korkuyorum.” Bu ifadeler bile yaşanan çaresizliği, gelecek için iyi şeyler söylemenin pek mümkün olmadığını gösteriyor.
Aradan geçen bunca yıla rağmen Irak’ta devlet temel fonksiyonlarını yerine getirmekten çok uzak. Kokuşmuş, rüşvete batmış, kimin ne yaptığı belli olmayan, bölünmüş ve umutsuzluğa kapılmış bir toplumdan söz ediyoruz. Sivilleri hedef alan terör ve şiddet, IŞİD tarafından etkili bir “askeri taktik olarak” görülüyor. Şiiler ise her fırsatta intikam peşindeler. Arka planda yer alan ve Irak’ın geleceğinde söz sahibi olmak isteyen devletler ve devlet dışı gruplar ise kıyasıya mücadele halindeler.
Bu
Bayram arifesinde yine IŞİD vahşi saldırılarını sürdürdü. İstanbul’dan Bağdat ve Dakka’ya kadar geniş bir yelpazede onlarca masum insanı katletti. Saldırılara önümüzdeki günlerde de devam etmesi muhtemel.
Bu kanaatimizin nedeni, IŞİD üzerinde baskıların artması ve örgütün cevap verme ihtiyacından kaynaklanıyor. Biriktirdiği enerjiyi kontrol ettiği topraklarda kullanamayıp kendisini tehdit altında hissedince, daha şiddetli ve “beka sorunu” çerçevesinde ulaşabildiği yerlerde saldırganlaşıyor.
Bu günlerde herkes ne/neler olabileceğini soruyor. Sorunun cevabı IŞİD’in etkinlik ve eylem alanlarının format ve biçiminin nasıl değişeceğine bağlı.
IŞİD eylem coğrafyasını üç farklı biçimde ele alıyor. İlki, “devlet gibi” davrandığı ve kontrolü altında tuttuğu “IŞİD ülkesi”. İkincisi, söz konusu toprakların doğal uzantısı, çökmüş devletlerin yer aldığı kaotik Irak ve Suriye coğrafyası. Son olarak fiziki ve fikri olarak ulaşabildiği her yer, “diğer savaş alanları”.
Tarihi tecrübeler, IŞİD benzeri sorunun çözümünde onu kuşatan dünyanın, ekosistemin değişiminin hayati olduğunu söylüyor. Bunun için de daha fazla çaba ve “akıllı liderlik” ön plana çıkıyor.
İhsan Doğramacı Bilkent
Atatürk Hava-limanı’na yapılan terör saldırısında 43 kişi hayatını kaybetti ve 238 kişi yaralandı. Doğal olarak herkes “havaalanı” güvenliğini tartışmaya başladı. Oysa Atatürk Havalimanı dünyanın en güvenlilerinden biri olarak bilinir. O halde canlı bomba eylemi nasıl yorumlanmalı?
Sorunun birkaç cevabı var. Teröristlerin ve güvenlik mimarisinden sorumlu olanların bakış açılarının farklılığı güvenlik açığı yaratıyor. Öyle ki, tarafların olayları, fiziki ortamı, nesneleri, maliyeti, fırsatları algılama ve görme açıları, motivasyonları tamamen farklı.
İkincisi, havaalanının güvenliğinden sorumlu olanlar, teröristleri “suçlu” olarak görürler. Hazırlıkları bu yöndedir. Teröristler ise kendilerini savaşçı olarak görürler. Bu nedenle havaalanı “düşman” hedeflerindendir.
Öte yandan, havaalanı fiziki hedef olduğundan güvenlik sorumluları her daim savunmadadırlar. Oysa teröristler, sürekli sistemde açık arayan, saldırgan hareketli taraftır. İnisiyatif teröristlere aittir. Eylemin yerini, zamanını, biçimini o seçer.
Son olarak güvenlik mimarisini şekillendiren kişi ve kurumların strateji, organizasyon ve faaliyetlerini belirleyen yerel ve küresel normlar, hukuk ile tarihi
İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılma kararının etkileri daha uzun yıllar tartışılacak. Karar sadece İngiltere için değil, küresel boyutta bir dizi sorun üretecek gibi görünüyor.
En önemlisi ise Avrupa’yı kuşatan coğrafyalarda yaşanan belirsizliklere verilecek cevapların etkisinin azalmasıdır. Arap Baharı’nın ürettiği sorunların Avrupa’nın kapılarını zorladığı bir dönemde, Birliğin kaosa sürüklenmesi işleri daha da zorlaştırdı. Özellikle de Libya ve Suriye’de güvenlik ve insani sorunların derinleştiği bir dönemde.
Her geçen gün terörizmin, insani ve ahlaki sorunların maliyeti artıyor. Göçmenler Avrupa kapılarını zorlarken, terör tehdidi artmış durumda.
Avrupa Biriliği’nin önümüzdeki dönemde iç sorunlarına odaklanacağı açık. Bu durum önemli bir üyesini kaybeden Birliğin kaygılarını daha da artıracaktır.
Öte yandan, Rusya ile ilişkilerde tarafların birbirini algılamaları da değişecektir. Rusya ile AB arasındaki rekabet, Kafkaslar’dan Karadeniz’e, Doğu Avrupa’dan Baltık Bölgesi’ne kadar geniş bir coğrafya da gerilim yaratmaya devam ediyor. Gerilim, sadece güvenlik alanında değil, ekonomiden enerji politikalarına, ideolojiden rekabet yöntemlerine kadar geniş bir yelpazeyi