Türkiye’nin dikkatlerini içeride ve dışarıda dağıtacak bir dizi konu var. Liste oldukça uzun ve heyecan verici. Korona salgınının neden olduğu ekonomik, sosyal ve psikolojik sorunlar. Doğu Akdeniz, Libya, Suriye ve Irak. Yine, ulusal ve uluslararası boyutta tartışmaları tetikleyen Ayasofya’nın müzeden camiye dönüştürülmesi bunlardan bazıları. Ancak bu aralar pek dikkatlerimizi çekmese de başkaca ilginç gelişmeler de yaşanıyor.
Sözünü ettiğim konuların başında, birkaç gün önce, The New York Times gazetesinde yayımlanan bir haber yorum geliyor. Habere göre Çin, önümüzdeki 25 yıllık dönemde İran’a 400 milyar dolarlık yatırım gerçekleştirecek. Uzun süredir devam eden müzakereler sonunda anlaşmanın hazırlıkları bitirilmiş ve imza aşamasına gelinmiş. Anlaşma ticaret, ekonomi, politika, kültür ve güvenlik alanlarını kapsıyor. Hızlı tren hattı inşasından otoyollara, serbest ticaret bölgelerinin kurulmasından limanlara, haberleşemeden siber alana, 5G altyapısının kurulmasından Çin’in coğrafi konumlama
Çin dünya gündeminden düşmüyor. Sadece ekonomik başarıları, askeri gücünü artırması, kuşak yol projesi, korona salgını ve istihbarat savaşlarıyla da anılmıyor. Onu dünya gündemine taşıyan başkaca konular da var. Doğu Türkistan’da Uygurlara yönelik politikaları, Hong Kong’da devam eden olaylar ve Nepal sorunu gibi.
Çin, ihtiraslı, değer ve kural tanımayan uygulamalarıyla Uygurları yok etme projelerini sürdürüyor. Tüm baskılara, teknolojik denetime rağmen, uygulamaları ifşa eden bilgilerin, resim ve videoların dışarıya sızmasına mani olamıyor. Gerçekten görgü tanıklarının ifadeleri, sızan video ve bilgiler, sorunun bir insanlık trajedisine dönüştüğünü gösteriyor. Üstelik sadece Çin için değil, tüm insanlık için bir utanç vesikası gibi duruyor.
Çin’in resmi açıklamalarına göre, uygulamaların amacı “terörizmle” mücadele ve “radikalleşmiş” bireyleri “normalleştirmek.” Uygurların “radikal fikirlerden”
Türkiye’nin Libya’da artan etkinliği üç alanda taşları yerinden oynattı. Birincisi, Wagner aracılığıyla Libya’da köprübaşı kuran Rusya, niyetlerini açık etmek zorunda kaldı. İkincisi, düne kadar bölgeyle ilgisi zayıf aktörler, daha karmaşık bir tabloda pozisyonlarını netleştirmek zorunda kaldılar. Son olarak, Suudi Arabistan, BAE gibi dünün etkili aktörlerinin rolü tali hale dönüşmeye başladı.
Kitabın orta yerinden konuşursak, “Rus Özel Askeri Şirketi Wagner” Libya’da iyi bir ihale almıştı. Bu ihale, Rus devletinin bilgisi ve desteği sayesinde olmuştu. Çünkü arkasına mensup olduğu devletin siyasi, askeri ve lojistik desteğini almayan özel askeri şirketlerin bu sektörde fazlaca iş yapması mümkün olamazdı. Öte yandan, Wagner, Hafter destekçisi devletlerin kiraladığı tek özel askeri şirket de değildi ve birkaç ay öncesine kadar da işini fena yapmıyordu.
Finansmanı sağlayanların Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olduğu biliniyor. Mısır ise, jeopolitiğin avantajlarını kullanarak
İki defa Savaş Bakanı, bir defa da Amerikan Dışişleri Bakanı olarak görev yapan Henry L. Stimson ilginç bir kişiliğe sahipti. İstihbarat disipliniyle ilgilenenler, onu ABD Dışişleri Bakanlığı görevine atandığı 1929’da “kriptoloji bürosunu” kapatmasıyla tanır. Oysa büronun çok önemli görevi vardı. Yabancı ülkelerin diplomatik yazışmalarını ele geçirerek, şifrelerini kırmak ve ilgililere ulaştırmak gibi. Yapılan iş, stratejik istihbaratın olmazsa olmazıydı. Yine de Stimson büroyu kapattı.
Stimson’un bu kararının arkasında, yabancı ülkelerin diplomatik yazışmalarını ele geçirerek okumanın “ahlaki” olmadığı düşüncesi yatıyordu. Bu tavrı nedeniyle, istihbarat dünyasında ve tarihinde kendisine mümtaz bir yer edindi. “Centilmenler, başkalarının mektuplarını okumazlar”. Ne var ki Stimson’un centilmenliğini, nezaketini ve rakiplerine saygısını gösteren bu “nadide fikri” terk edileli epey zaman oldu.
Bugün “centilmenler” sadece mektupları okumuyorlar. Her şeyi bilmek istediklerinden, okuyor, izliyor,
ABD ve Avrupa Birliği kurumları her yıl terörizmle ilgili rapor yayımlarlar. Raporlar ait oldukları yılın terörist faaliyetlerini analiz ederek sonraki dönem için tahminlerini kamuoyuyla paylaşır. Doğal olarak, raporun içeriği seçilmiş olgular ve raporu kaleme alan ekibin, ülkelerin soruna yaklaşımını yansıtır. Doğru okunduğunda raporlar oldukça faydalıdır.
Sözünü ettiğim ilk rapor, Avrupa Polis Teşkilatı EUROPOL tarafından hazırlanan, 2019, “Avrupa Birliği Terörizm Durum ve Eğilim Raporu”. Rapor, terör faaliyetlerini çeşitli başlıklar altında ele alıyor. Dini radikaller, sağ kanat terörist ve etnik milliyetçi terör grupları, sol kanat anarşist terör saldırıları olarak sınıflandırıyor.
Raporda dikkat çeken husus, dini referanslı terör eylemlerinin son üç yılda 205’ten 119’a düşmüş olması. Bu düşüşte Suriye ve Irak’ta yaşananların rolü olduğuna vurgu yapılıyor. Rapor bu süreçte Türkiye’nin olumlu çabalarına vurgu yapıyor.
AB’nin raporunda yer alana
Neredeyse on yılı bulan Libya iç savaşı farklı bir aşamaya varmış görünüyor. Türkiye’nin Libya’da gelişmelere doğrudan müdahil olmasıyla, her şey hızla değişti. BM’nin desteklediği, Başbakan Fayiz Serrac’ın temsil ettiği Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti, kısa sürede, askeri, politik ve psikolojik olarak önemli ilerleme kaydetti. Bu tablo, Hafter ve destekçilerini kaygılandırmaya yetti.
Ardından Libya ile ilgilenen herkes hareketlendi. Rusya, özel askeri şirketi Wagner’e ilaveten ülkeye hava gücü kaydırdı. Fransa Türkiye’yi hedef alan açıklamalarını sürdürdü. BAE ve Suudi Arabistan, Arap Birliği’ni toplantıya çağırırken Hafter’in başarısızlığını örtecek hamlelere giriştiler. Avrupa Birliği ise Libya konusunda bölünmüş durumda. ABD’nin Afrika Komutanlığı, Rusya’nın Avrupa’nın hemen güneyinde Libya’da askeri üs elde etmesinin kabul edilemez olduğunu açıkladı. Bu süreçte en fazla gürültü çıkaran ülke ise Mısır
Uluslararası, bölgesel gelişmelerin muğlaklığı, alışılmadık araçları, sürpriz ittifakları, düşmanlıkları ve maliyeti tüm aktörleri zorluyor. Haliyle, PKK gibi terör örgütleri de payına düşeni alıyor. Daha üç beş yıl öncesine kadar gelişmelerden heyecanlanan, “büyük planların” peşinde koşan örgüt bugün elindekileri koruma derdine düşmüş gibi görünüyor. Başka bir ifadeyle, Arap Baharı’nın kazananı olmaya ramak kaldığını düşündüğü bir anda hayat farklı tecelli ediyor.
Suriye’de olup bitenleri “üçüncü dünya savaşı” olarak tanımlayan örgüt yöneticileri yorumlarının abartılı olduğunu görüyor olmalılar. On yıl önce stratejilerinin sıklet merkezini Suriye’ye taşıyıp, ardından da ABD’nin yörüngesine girmenin bedeli yeni yeni ortaya çıkıyor. Anlaşılan, günümüz vekâlet savaşlarının karakterini, artan maliyetini ve büyüyen ölçeğini, örgüt tarihindeki diğer
Geçen hafta iki Rus yetkilinin, Dışişleri Bakanı Lavrov ile Savunma Bakanı Şoygu’nun Türkiye’yi ziyaret edeceği duyuruldu. Ardından da İran Dışişleri Bakanı Zarif’in de toplantılara iştirak edeceğini öğrendik. Heyetler, mutat hale gelen Suriye ve Libya’yı görüşeceklerdi. Toplantının zamanlaması sürpriz sayılmazdı. Çünkü her iki çatışma sahasında da ilginç ve önemli gelişmeler yaşanıyordu. Ancak son anda yapılan bir açıklamayla, Rus yetkililerin ziyaretlerinin ileri bir tarihe ertelendiğini öğrendik. Aynı açıklamada, bakan yardımcılarının konuları çalışmaya devam edecekleri bildirildi.
Ziyaretin ertelenmesinin ve konunun “Bakan yardımcıları seviyesinde çalışılmaya devam edilmesinin” diplomasi dilinde ne anlama geldiğini emekli Büyükelçi Bozkurt Aran’a sordum. Şöyle açıkladı: Anlaşılan, tarafların Libya ve Suriye konusunda görüş ayrılıkları sürüyor ve oldukça da derin. Fikirler henüz siyasi seviyede bir uzlaşma sağlayabilecek “olgunluğa gelmediği için bu şekilde