Dağlık Karabağ sorunu geçtiğimiz hafta yeniden bir alevlendi, bir söndü. Buzlukta olan sorun birkaç yılda bir Rusya’nın arkadan güç göstermesi ve tarafları kışkırtmasıyla parlıyor ve yeniden eski pozisyona dönüyor. Bu meselenin özel olarak ilgimi çekmesinin 2 nedeni var:
Birincisi: Konuyla ilgili Türkiye medyasında kullanılan dilin çok sorunlu olduğunu düşünüyorum.
İkincisi: Bu konu beni sahada muhabirlik yaptığım ve özlediğim yıllara götürüyor. 2009 Kasım’ında Karabağ’ı karış karış gezmiş, işgalci pozisyonundaki Ermeni yönetimle röportajlar yapmış ve kapsamlı bir yazı dizisi hazırlamıştım. Hatta o gezi daha sonra Ermeni basınında çıkan bir çarpıtma nedeniyle benim Azerbaycan tarafından persona-non-grata ilan edilmeme neden olmuştu.
Bizdeki problemli dil ve gizli ırkçılık
Dağlık Karabağ meselesine medyadaki yaklaşım bir türlü atamadığımız etnik milliyetçilik hastalığımızın aynen yerinde durduğunun net bir kanıtı. Öncelikle hatırlatayım: Dağlık Karabağ ve etrafındaki 7 Azeri rayonu Ermenilerin kontrolünde. 1988’de Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlı bölgenin, Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlanmasını isteyen Ermeniler ve buna karşı çıkan Azeriler
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bence üzerinde uzun süre konuşulacak boyutları olan ABD gezisinde esas konu olan Suriye’deki savaş ve mülteciler kadar Türkiye’de basın özgürlüğü meselesi de sık sık gündeme geldi. Hem Brookings’deki soru-cevap kısmında hem Christiane Amanpour’a verdiği röportajda Batı’daki Türkiye algısının bu konu üzerinden epey erozyona uğradığını ve Cumhurbaşkanı’nın bu sebeple giderek daha fazla ‘otoriter’ olarak algılandığını net bir şekilde gördük. Peki, bu algı doğru bir algı mı? Ya da tümden yanlış mı? Yanlışsa buna kim neden yol açıyor? Toplu bir Türkiye düşmanlığı mı var? Yoksa gerçek bu iki ucun arasında bir yerde mi?
Ben Türkiye’de iktidarın ve iktidara yakın medyanın bir kısmının, Batı medyasının yer yer önyargılı, Gülen ve PKK çevrelerinin de etkisiyle zaman zaman gerçeklerden uzak yaklaşımları nedeniyle Batı’ya toptancı ve Oksidentalist yaklaştığını düşünüyorum. Oryantalistler Doğu’ya nasıl mutlak ‘Öteki’ olarak bakıyorlarsa Oksidentalistler de Batı’ya öyle bakar. Bu tabii muhafazakâr kesimin geçmişten getirdiği bir refleks. Ve bu refleks son dönemde Batı’nın Erdoğan’a yönelik yaklaşımıyla yeniden kuvvetlendi.
Batı medyası Erdoğan’a ve Ak Parti’ye karşı
Rıza Sarraf’ın 19 Mart’ta Miami’de tutuklanmasıyla gündemdeki her şey, terör dahi ikinci plana düştü. Her gün yeni komplo teorileri ortaya atılıyor. Bir kesim bu işin 17-25 Aralık’ın küresel anlamda devamı olduğunu söyleyip, adeta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tutuklanması için ABD yargısından ricacı konumunda. Neyi arzu ettikleri, bunun ne anlama geldiği üzerine yeterince düşünemeyecek kadar çıldırmış patolojik bir kesim bu. Geniş bir kitle ise Sarraf’ın ABD ile anlaşarak gittiğini iddia ediyor. Buna kanıt olarak ABD’nin vize vermesinden, birtakım FBI ajanlarıyla yapılan görüşmelerden bahsediliyor.
Ben bu iddiaların içinde boğulmak yerine tüm konuşulanları muhatabına sormak istedim ve Rıza Sarraf ve Ebru Gündeş’in avukatı Şeyda Yıldırım’ı arayıp yazılan her şeyi sordum. Verdiği cevaplar şöyle:
- Rıza Sarraf ABD vizesini ne zaman aldı?
2009’da 10 senelik vize aldılar. O yıl yine bir turla ABD’ye gitmek için vize aldılar. New York, Miami, Las Vegas’a gittiler.
- Yani bu seyahat için bir vize alınmış değil, öyle mi?
Hayır, zaten vizesi vardı. Bu Rıza’nın ABD’ye 2. gidişi, ilki bahsettiğim 2009’du. Sonra bir daha gitmedi.
- Miami’ye gitmek nereden çıktı?
Cizre, Silopi, Sur, Yüksek- ova... Hepsi haritada birer nokta bizler için. Ah oysa her bir tek noktada ne hayatlar karmakarışık oldu, kimler ne acılar çekiyor... Ülkem kanarken aklımdan çıkmıyor ‘oralar’. Geçen hafta da Şırnak’ta başladı operasyon. Şöyle bir taradım medyayı, neler yapıldığıyla ilgili genel bilgiler var ama hepsi bu...
7 Haziran seçimleri öncesi gitmiştim bu şehre. Nasıl da canlıydı. Minicik bir yer. Yıllar boyu çatışmaların tam göbeğinde acıların rutin, barışın istisna olduğu bir maziden geliyor. Ama o istisnayı birkaç yıldır yaşıyorlardı ben gittiğimde. Malum ‘Cumhuriyet’ meydanında uzun bir masa yapıp lezzetli bir çay içmiştik. Akşam aşağı mahallede bir evde büyük bir yer sofrası kurulmuş, kalabalık bir grupla verimli bir sohbet yapmıştık. Geleceğe dair umut vardı. Yemeği hazırlayan ve maalesef şu anda ismini yazamadığım o yeşil gözlü güzel kadın gözlerimin önünden gitmiyor...
Bir polis anlatıyor:Burası ölüm kokuyor, çekilecek cezamız varmış
Tam bir yıl önce İstanbullu bir polis dostumuz Şırnak’a atandı. Oralarla ilgili her kötü haber geldiğinde aklıma önce o geliyor, pırıl pırıl, görevini cesurca yapan bir memur. Birkaç ay önce İstanbul’a geldi,
Cuma sabahı erkenden Diyarbakır’a doğru yola çıkarken karışık duygular içindeydim. Çok sevdiğim şehri hem görmek istiyorum hem de uzun zamandır ayaklarım geri geri gidiyor. O güzelim kahvaltıcılar şimdi ne durumda? Ya enfes Dağkapı Ciğercisi? Bu kâbus, şehrin tümüne sirayet etmiş mi? O canlı, o kendine dar gelen gömleği atmak isteyen şehir içine büzüşmüş mü? Tüm bu sorular kafamı kurcalıyordu... O nedenle, Ak Parti Kadın Kolları’ndan gelen daveti hem merakla hem de -itiraf edeyim- biraz kaygıyla kabul ettim.
Öncelikle şunu söyleyeyim: Diyarbakır’ın kalbi olan Sur’u yerle bir bulmak, girişlerindeki polis barikatlarını, kum torbalarını görmek çok acı verici. Sanki bir insanın karnına şiş saplamışlar. Öte yandan, böyle bir yara almışken gördüğüm hayata tutunma gücü, Diclekent’in canlılığı ve sanki yaşanan terör çok uzaklardaymış hissi veren dinamizmi beni umutlandırdı ve şaşırttı.
Sare Davutoğlu’nun o aileyi kucaklayışı
Burada Sayın Sare Davutoğlu’ndan, Çevre ve Şehircilik Bakanı Sayın Fatma Güldemet Sarı’dan, Ak Parti Kadın Kolları’ndan ve Diyarbakır Valisi Sayın Hüseyin Aksoy’dan da bahsetmek gerek. Vali Aksoy rakamlarla terörün zararını, devletin bu zararı gidermek için
AB’ye sunulan yeni öneri paketinin uçakta şekillendiğini dile getiren Başbakan Davutoğlu, haziran ayına çekilen vize muafiyeti için muhalefet parti liderlerine ‘Gerekli kanunları çıkaralım’ çağrısında bulundu
Başbakan Ahmet Davutoğlu ile pazar akşamı İstanbul’dan Brüksel’e hareket ederken kafamızdaki temel soru şuydu: Göçmen meselesinde ortak bir noktada buluşulacak ve bunun karşılığında AB’den taleplerimizde bir ilerleme sağlanacak mı? Bir de Brüksel’deki havayı merak ediyorduk.
Acaba birtakım çevrelerin işaret ettiği gibi bir ‘Anti-Türkiye’ hava var mı? Seyahat çok hızlı başladı, Brüksel’e iner inmez biz otele geçerken Başbakan, Alman Şansölye Merkel ve Hollanda Başbakanı Rutte ile toplantıya başlamıştı bile. Ertesi sabah AB Daimi Temsilciliğimizde yapılan toplantı ve heyetler arası görüşmelerin sabaha kadar sürdüğünü öğrendik. O trafik aynı hızla devam etti. Türkiye yeni bir öneri paketi ortaya koyarak Avrupalıların deyişiyle ‘game changer’ yani oyun değiştirici oldu. Temel olarak Yunan adalarına geçmeye çalışan kaçak göçmenlere karşılık Türkiye’nin kayıtlı göçmenlerinden Avrupa’ya iade edilmesi üzerine kurgulanan öneri karşılığı Türkiye ek 3 milyar euro ve vize muafiyetinin
Anayasa Mah- kemesi’nin Can Dündar ve Erdem Gül ile ilgili verdiği karar 10 gündür ülkenin en çok konuşulan gündem maddesi. Karar açıklanmadan önce de, geçen haftaki yazımda da aynı şeyi söyledim: Ben tahliyelerin doğru olduğunu düşünüyorum ancak Dündar-Gül olayının cemaatin devletin içindeki çeteleşmesiyle yürütülen haklı mücadeleyi sulandırmak için bir araç olarak kullanılması tehlikesine karşı da uyanık olunması gerektiğini söylüyorum. Paralel çeteyle mücadele Türkiye’nin geleceği için hayati önemde. Bu noktada mesela Bülent Arınç’ın bu mücadeleyi önemsemeyen, hatta paralel yapı için avukatlık yapmaktan bahseden tavrını son derece sakıncalı buluyorum. O sebeple Anayasa Mahkemesi’nin genel iradesinin paralel yapıyla mücadele mevzusunda Bülent Arınç gibi düşünüp düşünmediği de benim için önemli bir mevzuydu. Kafamdaki soru işaretlerini gidermek için Anayasa Mahkemesi’nden kritik birkaç kaynakla konuştum. Hem Dündar-Gül kararının ayrıntılarını hem de Anayasa Mahkemesi’nin paralel yapıya yönelik genel tavrını öğrendim...
Öncelikle şunu söyleyeyim: Mahkemenin kahir ekseriyeti bu noktada son derece duyarlı. Devletin ve yargının içindeki paralel çeteleşmenin Türkiye için büyük tehdit
Şunu hatırlatarak başlayayım: Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliye edilmeleri gerektiğini, tutuklanmalarının hem yanlış hem de MİT TIR’ları davasının özünün tartışılmasını engelleyen bir karar olduğunu, iddianameyi zayıf ve zorlama bulduğumu başından beri söylemiş bir gazeteciyim. Tahliye edilmelerine sevindim, bunu tahliyelerinden birkaç saat önce NTV canlı yayınında da ifade ettim. Ancak simsiyah ya da bembeyazlar diyarı olan ülkemde bunları söylemek şunları da söylemeye engel olmamalı:
Can Dündar maksatlı bir habere imza attı. Bir haber de değil, paralel yapıdan temin ettiği birçok haberi defalarca ve sistematik olarak yaptı. Anayasa Mahkemesi’nin haklı olan tutuksuz yargılanma kararı bu gerçeği değiştirmez! Türkiye’nin IŞİD’e silah taşıdığı iddiası cemaatin önce medya, sonra da Emniyet ve Jandarma kadroları üzerinden yaydığı bir iftiraydı. Bu gün IŞİD’e karşı koalisyonun bir parçası olan, daha da ötesi, IŞİD’in açık hedefi olan Türkiye’yi hâlâ böyle bir iftiraya maruz bırakmak mı ‘zehirlenmeden çıkmanın’ bir parçası?
Can Dündar’ın tutuklanması ve salıverilmesi bahsinde sıklıkla Julian Assange’a ve Wikileaks’e atıf yapılıyor. Ancak gördüğüm kadarıyla konuyla ilgili ya kafa