Erken bir saatte, gecenin artık serinletmediği bir Akdeniz kentinin havuzunun başında duruyorum. Suda küçük bir böcek debeleniyor. Ayağımı suya sokup parmaklarımın üzerine alıyorum onu ve karaya bırakıyorum. Benden başka kimse yok. Neden olduğum yerlerin çoğunda benden başka kimse yok? Başım dağ saçlarım kardır Deli rüzgarlarım vardır Ovalar bana çok dardır Benim meskenim dağlardır dağlar(*) Neden? Bir gün araştırmalıyım. İncelenmemiş bir hayat yaşamaya değmez olduğuna göre. Palmiyeler kıpırtısız. Güneş yatakları boş. Şemsiyeler açık ve müşterisiz. Havuzun içindeki taburelere oturularak servis alınan bar kapalı. Apartmanların balkonlarında kimse yok. Sırtüstü bırakıyorum kendimi. Su ne sıcak ne soğuk. Ayaklarımı çırpıp kulaç atmak geceleyin hareketsiz kalan vücuduma keyif veriyor. Açık bir pencereden bir çarşaf sarkıyor. Kulaç atarak, artan bir zevkle, bir o yöne bir bu yöne gidiyorum.
Deniz otelin beş on metre ilerisinde ama girilmiyor. Sorduğumda, resepsiyondaki kişi “Müsait değil,” demişti. Balkondan bakınca bulanık suda beyaz plastik cisimlerin yüzdüğünü görmüştüm. Her denizin bir adı olduğu için deniz deyince birbirinde bağımsız sulardan bahsediyoruz gibi oluyor. Ama
Erdoğan’ın gönül verdiği başkanlık sistemine karşı çıkan liberallerin genellikle argümanı şudur:
Türkiye’de kuvvetler ayrılığı zayıftır. Bu nedenle, başkan seçileceği kesin olan Erdoğan veya herhangi birisi diktatör olmaya karar verirse buna engel olamazlar.
Kuvvetler ayrılığı, yönetimi meydana getiren üç gücün, yani hükümet, meclis ve yargının birbirinden ayrı ve bağımsız olması, birbirini denetim altında tutmasıdır. Sistem iyi çalışırsa, demokrasinin diktatörlüğe dönüşmesi mümkün olmaz.
Ancak, liberallerin argümanı geçersizdir.
Türkiye’de kuvvetler ayrılığı hep kâğıt üzerinde kaldı. Uygulamada hiç çalışmadı. Meclis ve yargı hiçbir zaman yönetimlerin kontrolden çıkmasına, despotlaşmasına mani olamadı.
1950’de yapılan ilk demokratik seçimlerde iktidarı CHP’den devralan Demokrat Parti iktidara yerleşip güçlendikçe demokrasiden uzaklaştı. Meclis ve yargı Demokrat Parti’nin despotluğa yönelen aşırılıklarını engelleyemedi.
Ozanköy
Öğleden sonra sıcağında bahçedeki nar ağacının üstünde ağustos böcekleri ötüyordu. Haziran sonu. Demek haziran sonunda çıkıyorlar.
Nar, selvi, badem ve zeytin ağaçlarının arkasında köyden davul-zurna sesleri geliyordu. Sünnet mevsimi başlamıştı. Birkaç gün önce bahçe kapısının altından atılan sünnet davetiyesindeki suratı asık çocuk resmi geldi aklıma. Askeri beyaz şapkası, kurdelesi, beyaz üniforması ve gömleğiyle, çocuk, canı sıkkın, gaddar bir Afrikalı diktatöre benziyordu. Demek bu akşam sünnet olacaktı. Köyde at üstünde dolaştırılıyor olmalıydı.
Elimdeki hortumdan kabakların kökündeki sıcak toprağa su fışkırtınca burnuma toprak, bitki ve gübre karışımı bir koku geldi. Burnum sancıdı. Bütün suların anası suyun topraktan çıkardığı kokudur. Telefon çaldı. Israrcı sesiyle beni sorunlar dünyasına çağırdı, aniden gelen felaketlerin eşiğine.
“Sipa ajansından Zafer’in arkadaşıyım,” dedi telefondaki tanımadığım erkek sesi. “Sizi arayabileceğimi söyledi. Bir sorunum var.”
Ses çok yakından geliyordu.
“Türkiye’de aleyhime dava var. Danimarka vatandaşlığına geçtim. Burada mimarlık yapıyorum. Türkiye’ye dönersen gözaltına alınabilirim. Yaz tatilimi Kıbrıs’ta geçirmek
Sürgün, insanı doğduğu yerde, sevdiği insanlarla birlikte yaşamaktan mahrum bırakan ağır bir cezadır.
İnsan doğduğu yerin aşinasıdır ve başka hiçbir yer, insan için doğduğu yer kadar güzel değildir.
Vücut, kulağına herhangi bir şey fısıldanmadan, sadece o topraklarda gömülürse huzur içinde uyuyacağını bilir. Bu, kâinatın ona vaadidir.
Âşık olup kavuşamamak ne ise vatan hasreti de odur.
Hâlâ sürgünleri olan kaç ülke var?
Orhan Apaydın (1926-1986) ile Ruhi Su’nun (1912-1985) tedavi amacıyla yurtdışına gitmek için izin alamadıklarını, belki de hayattan bu yüzden erken ayrıldıklarını hiç unutmayacağım. Bir şekilde ölüme mahkzm edildiler.
Apaydın barolar birliği başkanı, Su eşsiz bir sesi olan bir halk ozanıydı. Her ikisi de solcuydu. Hapis yatmışlardı. Türk’ün bir türlü kazanamadığı özgürlük savaşının birer kahramanı oldular.
Erdoğan, ABD başkanı dahil bütün demokratik ülkelerdeki başkanlardan güçlüdür.
Neden kurulu düzeni değiştirip başkanlık sistemi getirmek istiyor?
Önce anayasa uzmanı olmayanlar için şimdiki düzeni anlatayım ve başkanlık sisteminin ne olduğunu özetleyeyim.
Mevcut düzende başbakan yürütmenin en güçlü kişisidir. Kabine üyelerini seçer, ülkeyi yönetir. Hükümetin yönetim işini kolaylaştırmak ve onu denetlemek için Meclis ve yargı var.
Bu üçlünün üstünde ise Çankaya’da oturan cumhurbaşkanı var. Onun görevi daha çok semboliktir, merasimseldir. Başbakanla karşılaştırıldığında gücü çok kısıtlıdır.
Amerika’da başkanlık sistemi var. Başkanı halk seçer. Başkan çok güçlüdür. Başbakan yoktur. Kabine üyelerini başkan seçer, yönetir, işten atar.
Erdoğan Amerika’dakine benzer bir başkanlık sistemi arzu ediyor. Başbakan gidecek, cumhurbaşkanı gidecek. İkisinin yerine, ikisinin de işini yapan bir başkan gelecek.
Geçen pazartesi günü Hürriyet’in birinci sayfasında çoktan beri gördüğüm en dandik haberi okudum.
“Kireçlenmeye karşı vişne suyu” başlıklı habere göre “Üç hafta boyunca günde iki bardak vişne suyu içenlerin kireçlenme kaynaklı ağrılarının yüzde 20 oranında gerilediği” belirlenmiş.
Vişne suyu içenlerde kireçlenme “yüzde 22 daha az” görülüyormuş.
Doktorlar 60 yaşına gelmiş insanlara günde iki veya üç barak vişne suyu içmelerini öneriyormuş. Bu konularda en ufak deneyimi olan birisi, örneğin doğru dürüst bir sağlık muhabiri editör, ilk bakışta bu haberin palavra olduğunu anlardı.
Bir defa “Kireçlenme kaynaklı ağrılarının yüzde 20 oranında azalması,” tamamen anlamsızdır. Ağrı ölçülüp yüzdelere bölünemez.
Diyelim ki dişiniz ağrıyor. Bunun yüzde yirmisini geçirsem ne fark eder?
Doktorların altmış yaşının üstündeki hastalara günde iki veya üç bardak vişne suyu içmelerini tavsiye ettikleri ise gülünçtür. Hangi doktorlar? Nerede?
Erdoğan anayasayı değiştiremeyecek. Değiştirirse mevcut anayasadan daha çok huzursuzluk ve ayrım yaratan bir anayasa getirecek.
Bugünkü kehanetim bu.
Bu kehanet biri matematiksel, diğeri demokrasi anlayışı ile ilgili iki nedene dayanıyor.
Matematiksel neden AKP’nin anayasa değişikliği için yeterli milletvekili sayısına sahip olmamasıdır.
Bu engel iki yoldan aşılabilir:
Birinci yol milletvekili satın almaktır. Bu konuda köklü ve zengin bir geleneğe sahibiz. Ama bu pek olası görünmüyor. Gene de olmaz denen çok şeyin gittikçe artan bir hızla olduğu bir ülkede yaşadığımızı unutmayalım.
Övünmek gibi olmasın ama, Türkiye’de siyaseti izlerken hiçbir zaman kül yutmadım. Hadi hemen hemen hiçbir zaman diyelim. Aşağı yukarı hemen hemen her zaman, her şeyi, politikacıların yalanlarından sıyırılmış olarak görmeyi becerdim. Uzakta durmayı, yukarıdan bakmayı, yandaş olmamayı, ayrıntılarda kaybolmamayı erken öğrendim.
Körler, ölünce, benim için badem gözlü olmadı. Yaşarken de kör olduklarını anlayınca “kör” dedim. “Görme özürlü,” demedim. Çok kör gördüm, hiç badem gözlü görmedim, rahmetli Adnan Kahveci (1949-1993) gibi birkaç pırlantayı dışarıda tutacak olursam. Ve, aynen, komünist dönemi Rus entelektüeli gibi, çok yumurta kırıldığını gördüm ama hiç omlet görmedim.
Sofuların göz yaşlı samimiyet deklarasyonları da beni etkilemedi. İnancını bir kürsü konferansı haline getirenleri, dünya cenneti kurmaya soyunanları izlemek isteyenler izlesin. Onlara bol şans dilerim. Ben yokum. Diyojen’in Büyük İskender’e dediği gibi: “Sizden istediğim tek şey kenara çekilmenizdir. Bunu yaparsanız güneşime mani olmazsınız ve bana vermeniz mümkün olmayanı benden almazsınız.” Erdoğan’la hayatımda bir defa aynı mekânda bulundum. Belediye başkanı iken yabancı basına akşam yemekli bir