AKP’den nefret edebilirsiniz. Son yıllarda para durumunuzda bir iyileşme hissetmemiş olabilirsiniz.
Ama şurası bir gerçek ki ekonomi hiç olmadığı kadar iyi yönetiliyor.
OECD’nin dün yayınlanan Türkiye raporunda belirttiği gibi “Etkin makroekonomik ve yapısal politikalar Türkiye’nin global krizden güçlü bir biçimde sıyrılmasını sağladı.”
2010-11’de ekonomi yüzde dokuz oranında büyüdü. Son on yılda ise yoksulluk ve eşitsizlik azaldı. İşsizlikte düşüş var.
Bir ekonomik iyileşme salvosu yaşadığımız kesin.
Ama daha önce de böyle salvolar yaşadık. Türk ekonomi tarihi sürekli krizlerin arasına sıkıştırılmış küçük iyileşme parantezlerinden oluşuyor.
Yaşamakta olduğumuz yeni bir parantez mi? Kalkınma sürdürülebilir mi? Gıpta ettiğimiz Avrupa ülkelerinin gelir düzeyini yakalayabilir miyiz?
Viyana’nın dış semtlerinde odundan enerji elde eden yeni bir tesis var. İçeriden herhangi bir fabrikaya benziyor. Dışarıdan bir modern sanat müzesine veya konser salonuna.
Acaba neden böyle, diye düşünürken tesisi gezdiren yetkili açıkladı. Fabrikanın mimarisi için Avrupa Birliği çapında bir yarışma açılmıştı. Gördüğümüz, birincilik ödülünü kazanan çizimdi.
Bir gün önce de çöpten toplanan plastik şişeleri ayıklayıp paketleyen ve yeni ürüne çeviren fabrikalara yollayan bir tesisi dolaşmıştım. Onun da mimarisi çarpıcı güzellikte idi. Yüzlerce metre kare alanı kapsayan bina yuvarlaktı. Yukarıdan bakıldığında dik duran açık şemsiyeye benziyordu. Veya eskiden evlerde ısınmak için kullanılan mangalların üstünü örtmeye yarayan kapaklara.
Dünyanın en pis işlerinden birinin yapıldığı binanın içi dünyanın en çirkin ve pis yerlerinden biri idi. Dışarıdan ise bir sanat eseri.
Aklıma Erdoğan’ın İstanbul’da Çamlıca tepesinde yapmayı düşündüğü cami ve mimar olarak seçtiği kişi geldi.
Ve, ne ilk ne de son defa hissedeceğim, şiddetli bir saçımı başımı yolma hissi duydum.
Her Avusturya gibi bir ülkeye
gittiğimde vaktimin yarısı
hayıflanarak geçer: Niye bizde yok? Niye biz böyle değiliz?
İki hafta önce bir grup gazeteci ile birlikte, Avrupa Birliği’nin (AB) davetlisi olarak Viyana’da iki gün geçirdim. Grup, Dağlık Karabağ, Hırvatistan, Makedonya ve Türkiye gibi Avrupa Birliği’ne aday ülkelerin gazetecilerinden kurulmuştu.
Avusturya AB’de çevre bilinci en yüksek, yenilenebilir enerjide en ileri ülkelerden biridir. Bunun yanında, çöp ve atıklarını kirletici olmaktan çıkarıp nerdeyse her gramını başka amaçlar için kullanan ülkelerin belki de başındadır.
Çöpün bu kadar ilginç bir madde olduğunu ve bu kadar akıllı bir biçimde yeniden işlenip kullanılır duruma getirilebileceğini, bilmiyordum.
Zenginin çöp tenekesi fakirinkinden büyüktür. Refah arttıkça insanın ürettiği çöp de artar. Arttıkça, çevreyi kirletmeden, zehirlemeden, çirkinleştirmeden ondan kurtulmak zorlaşır.
VİYANA
Çaycıdan, Mozart Cafe’de kahve içip Sacher Torte yedikten, kitap okuduktan ve garsonla muhabbet ettikten sonra hesabı ödedim ve kalabalık caddeden St Stevens Katedrali’ne doğru yürümeye başladım. Sıcakta cadde, dünyanın herhangi başka bir şehrinde satın alınabilecek markaları satan dükkanlarla ve dünyanın herhangi bir başka başkentinde görülebilecek turistlerle doluydu. Yıllarca önce bir Avusturyalı kadının peşinden geldiğim sakin, yaşlılarla dolu şehir kalabalıklaşmıştı.
Birdenbire karşıdan gelen kadın yanımdan geçerken yere düştü. Başının sekiye çarpışının sesini dudum. Vücudu kasıldı, titremeye başladı. Titreyen kollarının adaleleri ağır bir şeyi sımsıkı kavramış yukarıya kaldırmaya çalışıyormuş gibi kasılmıştı. Başı geriye doğru kaykılmıştı. Gözleri kapalıydı. Dişleri sıkılmıştı.
Tertemiz, şık giyimli, makyajlı ve çok gençti. Belki yirmilerinde. Çantası hala kolundaydı. Belli ki herkes gibi o da öğleden sonranın keyfini çıkarmak için buralara gelmiş, beklemediği bir anda bir nöbete yakalanmıştı.
Tarif edilemeyen kasvet
Caddelerde yürüyen, gülen, el ele tutuşan, dükkanlara girip çıkan, vitrinlere bakan, kahvelerde oturan binlerce insan vardı. Bir tek
Kendi bahçesinde çiçek veya sebze yetiştirmek kadar insana zevk veren az şey var. Birçok insan, toprağa basamadığı, bu zevkten mahrum olduğu için mutsuzdur ama nedenin bu olduğunun farkında bile değildir.
Toplayarak ve avlanarak yaşayan atalarımızdan uzaklaştıkça mutsuzluğa ve yıkıma yaklaşıyoruz. Uygarlığın, gıdaya ve eğlenceye kolay ulaşımın, dükkanlarında her şeyin bulunduğu kentlerin bedeli çok büyük.
Gülnar Önay İstanbul’da sanat galerisi yönetirken bu bedeli ödemekten bıkıp kaçtı. 1996’da Bodrum’a yerleşti. Kendini bahçe işlerine verdi. İşin ehli olduktan sonra bahçe konularında kitap yazmaya başladı. Çoğu, bir zamanlar kendisinin de olduğu gibi yeni başlayanlara yol gösteren bu kitapların sonuncusu yeni çıkan Organik Bahçe Rehberi’dir.(*)
Kitap, benim gibi, yapay gübre, kimyasal ilaç ve genetiği değiştirilmemiş tohum kullanmadan sebze yetiştirmek isteyenler ama bunu nasıl yapacağını bilmeyenler için çok iyi bir rehber.
Başlangıç bölümünde, dikimin yapılacağı yerdeki iklim, toprak özellikleri, toprağın nasıl zenginleştirileceği, bahçeye yararlı yaratıkların nasıl çoğaltılacağı anlatılıyor. Son bölümde ise sebze ve otlar teker teker ele alınmakta, amatör
Bir ülkede yönetimin kalitesini belirleyen en önemli unsurlardan biri bürokrasidir.
Devletin sayısız binasını dolduran memurlar, yani.
Bir devletin bilgi ve tecrübesinin, iş yapma becerisinin ve felsefesinin saklandığı kasa bürokrasidir. O kasa tamtakır ise hizmet kalitesizdir.
Kurumlar köklü ve kaliteli ise. Memurlar sadakate değil ehliyete göre seçilmişse. Siyasi baskıya mazur değilse. Eğitimli ve dürüst ise. Esin kaynağı dini veya siyasi ideoloji değil kamu hizmeti ise... O zaman kaliteli bir bürokrasiden bahsetmek mümkündür.
Bu kriterlere göre Türkiye’deki bürokrasi kaliteli değildir. Bunun sonucu olarak da yönetimin kalitesi düşüktür.
Geri kalmışlığımızın en önemli, en az incelenmiş unsurlarından biri budur.
Londra havaalanındaydım. Sivrisinek ve küp düşen ısırıkları da Ozanköy’den benimle beraber gelmişti İngiltere’ye.
Eczanede krem ararken gözüme bir uyku ilacı takıldı. Sleepeaze herbal Tablet. Kolayuyu Bitkisel Tablet. Uyku sorunum yok. Ama küçük çocuklarım bana benzemiyor. Özellikle oğlum.
“Bir paket alıp çocuklara vereyim belki iyi gelir,” diye düşünerek, ısırık ilacı ile beraber onu da satın aldım.
Bizde hemen hemen her ilacı eczanelerde reçetesiz ve istediğiniz miktarda alabilirsiniz. İngiltere’de, kar maskesi takıp kalaşnikofla eczaneyi basma durumları hariç, reçetesiz ilaç almak imkansızdır.
Raflarda gördüğünüz bütün ilaçlar ya aspirin gibi her yerde reçetesiz satılanlardır. Ya da bitkiseldir.
Bizde bitkisel ilaçlar Sağlık-Tarım Bakanlığı destekli şarlatanların serbest atış alandır. İngiltere’de bitkisel ilaçlar lisanslı ilaçlar gibi denetime tabidir. Çünkü bir ilacın veya ilaç taklidi yapan besin takviyesinin içindeki maddenin bitkisel olması zararlı veya tehlikeli olmadığı anlamına gelmez.
Türkiye’de iktidar adamı yakar. Onu yakalamak isteyenler, yakalayanlar, onu kullanarak zengin olanlar, onu kullananlara hizmet ederek yaşayanların geleceği belirsizdir. Bu gerçek Ertuğrul Gazi Söğüt’e yerleştiğinden beri değişmedi ve değişmeyecek.
Nedeni de hiç değişmedi. Türkiye hiçbir zaman bir hukuk devleti değildi ve olmadı. İktidardakiler yasalara tabi değildir. Yasalar iktidardakilere tabidir. Yargı kisvesi altında yargısız infaz normdur.
Keçili ailesi de Türk milletine bir türlü anlayamadığı bu gerçeği zorla anlatmak için, üç kuşaktır yanıyor.
Bu yanışın öyküsü Türkiye’nin en iyi araştırmacı biyografi yazarı olduğu kesin olan İrem Barutçu’nun yeni kitabında(*) ilk defa anlatılıyor.
Yıldırım aynı yere üç defa düşmez derler ama Keçililerin üstüne düştü.
Keçili ailesinin tarih sahnesine çıkan ilk ferdi olan Yenibahçeli Nail yıkılışın kaos yıllarında İttihat ve Terakkici, komitacı oldu, Osmanlı’nın MİT’i olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularındandı. Bin bir macera yaşadı. Atatürk’ü öldürmek amaçlı İzmir suikastına karıştığı iddiasıyla yargılandı ve 1926’da Ankara’da asıldı. Bu asılışın öyküsü kitabın en dramatik bölümlerinden biridir.
Onun kadar dramatik olan