Bazen görünen köyler de kılavuz ister. Dışişleri Bakanlığı’ndan sızan haberlere göre Türkiye Esad’dan sonra Suriye’de bir federasyon kurulmasına karşı değil. Bu federasyon, herhalde, Suriye’yi meydana getiren Sünni, Alevi ve Kürtlerden oluşacak.
Türkiye Saddam’dan sonra Irak’ta da benzer bir yapının oluşmasına karşı çıkmadı. Irak federasyon değil ama kuzeyde Kürtlerin yönettiği otonom bir bölge var. Aslında oradaki otonom bölge sayısı bir değil iki. İkinci otonom bölgede ne Irak hükümetine, ne Irak Kürtlerine tabi olmayan PKK egemen.
Bölgede Irak ve Suriye dışında Kürt nüfusuna sahip diğer iki ülke İran ve Türkiye’dir. İran, ‘Suriye’den sonra sıra Türkiye’ye gelecek’ diyor.
Ama belki sıra ondadır. Nükleer emellerinden vazgeçmezse, İran’ın İsrail ve ABD’nin saldırısına uğraması kaçınılmazdır. Bir mucize olmazsa Mollalar nükleer silah yapımına giden yoldan geri dönmeyecekler. ABD ve İsrail ise İran’ın nükleer silah sahibi olmasını önlemeye kesin kararlı. Çatışma geç değil erken olacak çünkü belli bir aşamadan sonra askeri müdahale, yapılsa bile, İran’ın nükleer programı geri çevrilemez.
Tahminim Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Türkiye’nin en kötü dışişleri bakanı olarak tarihe geçeceğidir. Amatörlükten kurtulamayan bu saygıdeğer profesörün bazı temel yanlışları var: Aktif olmayı etkin olmakla, medyatik olmayı etkili olmakla, One Man Show yapmayı diplomasiyle karıştırıyor.
Dışişleri bakanları arasında miles&miles puanı biriktirmekte birinci olduğu kesin. Ama mil başına başarılan iş sıralamasında onu tepelerde bir yerde aramayın.
Davutoğlu yedi yıl başbakana müşavirlik yaptıktan sonra 2009’da dışişleri bakanı oldu. “Komşularla sıfır sorun” doktrinini güdeceğini açıkladı. Üç yılın sonunda görünüm şöyle: İsrail’le ilişkiler: Fecaat. Suriye ile: Namevcut. İran’la: Buz gibi. Irak’la: Kopmaya yakın. Davutoğlu’nun son gafı Irak hükümetine haber vermeden Kerkük’ü ziyaret etmek oldu. Diplomatik teamüle göre, yabancı bir ülkeye resmi ziyarette bulunan bir bakan gideceği şehirleri ev sahibi ülkeye bildirmek ve izin almak durumundadır.
Bunu yapmamak olağanüstü bir diplomatik terbiyesizlik, hatta küstahlıktır. Türkiye, Ankara’daki büyükelçilerin habersiz ve izinsiz illeri dolaşmasına bile izin vermez.
Söz İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Palmerston’a (1784-1865) ait: “Devletlerin kalıcı dostları veya müttefikleri yoktur. Kalıcı çıkarları vardır.” “Çıkar” dış politikanın çelik kuralıdır. Bundan sapmak büyük zararları göze almak demektir.
Hükümet, Sünni eğilimleri, Yahudi düşmanlığı ve dış politika yoluyla içeride puan toplamak için bu kaideden saptı. Bunun bedelini ödemeye başladık.
Türkiye, Suriye’deki halk hareketi başladıktan kısa bir süre sonra Esad’ın en ateşli düşmanı oldu. Suudi Arabistan ve Katar’la bir olup Esad karşıtlarını silahlandırdı, onlara para verdi. Esad’ın devrilmesi için elinden gelen her şeyi yaptı. ABD’yi Suriye’ye yönelik Libya türü bir müdahaleye ikna etmeye çalıştı.
Hiçbir devlet Esad’ı yolcu etmek için Türkiye kadar gayret göstermedi dersem abartmış olmam.
Bundan çıkarmamız gereken sonuç, Esad’ın gitmesinin Türkiye’nin çıkarına olduğudur.
Ama böyle bir sonuç çıkarılamaz. Esad’ın gitmesi Türkiye’nin çıkarına değildir. Tam tersine.
Suriye, aynen Türkiye gibi, çok mezhepli ve ırklı bir ülkedir. Araplar, Kürtler ve Hıristiyanlar var, Sünniler ve Aleviler var. Esad ve babası bu karmayı koyu bir despotluk rejimi altında bugüne kadar bir arada
Yeni bir yazar keşfetmek yeni bir aşk bulmak kadar ilginç ve heyecanlıdır. Hatta daha ilginç ve daha heyecanlı. Çünkü aşkların çoğu zamanla azalır veya biter, ama ilginç bir yazar keşfetmenin hazzı hiç kaybolmaz. Buzdolabındaki dondurma gibi, kitaplıkta, canınızın istediği an size tatmin vermek için hazır bekler.
İzinde iken yeni bir yazar keşfettim. Adı Geoff Dyer(*). Onu keşfim son çıkan iki kitabını eleştiren bir yazı ile başladı.
Londra’da bir kitapçıdan Yoga For People Who Can’t Be Bothered To Do It (Yapmaya Üşenenler İçin Yoga) adlı gezi kitabını aldım. Aslında kitabı meydana getiren uzun yazılara gezi yazısı değil de gezilerde yazılmış yazılar demek daha doğru olur.
Birkaç sayfa okuduktan sonra orijinal, güldüren, entelektüel ve derin sezgileri olan bir yazarla buluştuğumu anladım. Kitabı elimden bırakamadım. Bu aşamada “keşif” kelimesi biraz iddialı olabilir. İlk kitabını sevdiğim bir yazarın bütün kitaplarını satın alıp okurum. Dyer’in on beş kitabından sadece üçünü okudum. Bu nedenle onu keşfetmeye başladım desem belki daha doğru olur.
Geçen hafta, iftar topundan birkaç saat önce, Başbakan Erdoğan ulusal kanallardan birinde bir soru-cevap programına çıktı.
Programı AKP yandaşı bir gazeteci yönetiyordu. Başbakan’a soru sormak üzere çağrılan gazetecilerin hepsi AKP’li idi.
Sadece gazeteciler kiraz toplar gibi toplanmamıştı. Sorular da öyle. Elindeki anayasaya iliştirilmiş minik post-it’lereden Erdoğan’ın hiç olmazsa bazı soruları önceden bildiği belli idi.
Bir tür aile sohbeti oldu.
Bir ara, Erdoğan, AKP iktidarında meydana gelen ekonomik büyüme ile ilgili gerçekten etkileyici rakamlar verdi.
Bunlar, bazı muhataplarını galeyana getirdi. Bir gazeteci, ciddi ciddi, Avrupa Birliği Türkiye’ye katılmayı düşünebilir mi diye sordu? Bir diğeri Başbakan’ın şu konudaki merakını tatmin etmesini istedi: 2023’te Avrupa Birliği diye bir şey kalacak mıydı?
Pohpohlama rüşvet gibidir. Feylesof George Berkley’nin dediği gibi, pohpohlayanı da pohpohlananı da bozar. Ama, pohpohlayan da pohpohlanan da memnunsa kim ne diyebilir?
Fotoğrafta Abdullah Gül, arkasında eşi, yüzünde kocaman bir tebessüm, Murat Karayılan’ın elini sıkıyor.
Başbakan Erdoğan da gülümseyerek onlara bakıyor.
Fotoğraf 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce Çankaya köşkünde çekildi. PKK çoktan dağdan indi. PKK eski komutanı Karayılan birkaç ay sonra yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adaylarından biri. Gül ona başarılar diliyor.
Böyle bir fotoğraf hayal edebiliyor musunuz?
Hiç sanmam.
Bundan on beş-yirmi yıl önce İngilizler de Kraliçe Elizabeth ile IRA komutanlarından Martin McGuinness’in el sıkışacaklarını düşünemezlerdi. Ama oldu. Elizabeth, hem de yüzünde kocaman bir tebessüm, McGuinness ile el sıkıştı.
İngiltere ve Kuzey İrlanda’yı 1969’dan başlayarak yıllarca kana bulayan IRA’nın en sansasyonel terör saldırısı İngiliz kraliyet ailesine yönelik idi. Kraliçenin kuzeni Lord Louis Mountbatten’ı 1979’da yatında havaya uçurdu. O zaman McGuinness IRA’nın kurmay başkanı ve muhtemelen suikastın düzenleyicisi idi.
Ozanköy
Tatil sona erdi. Aslında tatil sona ermedi. İzin sona erdi. Çünkü tatil yapmadım. Burada kaldım. Her zaman ne yapıyorsam onu yaptım: Yazdım. Ama bu defa gazete değil, kendim için.
Sıcak ve nem, insafsız bir ordu gibi, beni kuşattı ve “Teslim ol canını bağışlayayım,” dedi. Teslim oldum.
Sıcakla başa çıkmanın yolu fiziki aktiviteyi en aza indirmektir.
Karakum
Elli kadar kulaç atıp yüzümü karaya çevirince kumsalda, ayakta sohbet eden Rus kadınları ve çevrelerinde oynayan çocukların yanına, biri erkek diğeri kadın, iki kişinin geldiğini gördüm.
Yüz yüze, yakın duruyorlardı. Adam tişörtünü sonra cinini çıkardı ve mayosuyla... Hayır, donuyla kaldı. Kadın cininin düğmesini çözdü ve eli düğmesinde durdu. Adam ona, o adama bir şeyler bir şeyler söylüyordu.
Buraya daha çok çalışan insanların aileleri gelir. Giyinik suya giren kadınlar ve kızlar var. Kadın bunlardan biri midir, diye düşünürken cinini indirip çıkardı ve yere attı. Altından beyaz külotu çıktı. Sırtını denize döndü. Adam ona bir şeyler söylemeye devam etti. Kadın yüzünü tekrar denize döndü ve tişörtünü çıkardı ve sutyen, külotla kaldı. El ele tutuşup denize girdiler.
Acayiplikler bitmiyor, diye düşündüm. Kimisi giyinik girer, kimisi sutyen don.
Bikinili, boneli bir kadın kayalardan yavaş yavaş suya girdi ve acelesiz kulaçlarla olduğum yere doğru yüzmeye başladı. Bazen, kadınlar, hiçbir şey yapmadan yakınlarında bulunmamanızı istediklerini size hissettirir. Ona yer açmak için birkaç kulaç atıp yolunun üzerinden uzaklaştım.
Yüzümü tekrar karaya dönünce iç