2012’de hayatını kaybeden Whitney Houston’ın hikayesini anlatmaya girişen “Whitney, Can I Be Me” belgeseli, eksiklerine rağmen şöhretin bedelini çarpıcı biçimde göstermeyi başarıyor.
Şöhret sağlığa zararlıdır. Dikkat etmezsen, güçlü değilsen, çevrende akıllı, zeki dostların yoksa darmadağın olur gidersin. Bu bariz ve klişe lafın doğruluğu son yıllarda maalesef acı bir şekilde kanıtlandı. Bizim gençliğini, ilk çıkışını bildiğimiz, yakından takip ettiğimiz starların yaşlanınca hayatla başa çıkamadıklarına tanık olduk. Kimi uyuşturucudan gitti, kimi intihar etti. Otel odalarında yapayalnız öldüler. Yanlarında ne bir hayranları, ne bir sevenleri, dostları, ne de akrabaları vardı. Nasıl bu duruma geliniyor? Whitney gibi belgeseller işte buna odaklanıyor. Çünkü sanırım seyirci de en fazla işin bu kısmını merak ediyor.
Whitney Houston orta direk bir ailenin tek kızı. İki abisi var. Annesi kilise korosunu çalıştırıyor. Whitney koroda solist olarak başlıyor. Annesi güçlü ve hırslı bir kadın. Onu yetiştiriyor. Ama hiçbir zaman ona ihtiyacı olan ilgiyi sevgiyi vermiyor. Houston çok erken yaşta “muhteşem sesli şarkıcı kız” olarak ünlü oluyor. Medyadaki algısı hep mucize ses vesaire. 1985’te, 22 yaşında ilk albümü 25 milyon satmış biri, kaldıramayacağı bir yükün altına yavaş yavaş sokuluyor. 10 yaşından beri abileri tarafından uyuşturucuya alıştırılmış. Hayatında hep uyuşturucu olmuş. Neredeyse ayık gezmemiş. Bu kırılgan insandan bir pop star yaratılacak. Arista’nın patronu ona şöyle diyor: “Geçmişi unut. Başka türlü olmaz.” Bu tavsiye sonucunda Houston, yapayalnız endüstrinin kucağına düşüyor. Müziğinin yeteri kadar siyah bulunmaması nedeniyle siyah toplum tarafından yuhalanacak. Bu onu giderek “beyaz pop” alemine itecek. Kimilerine göre onu uçuruma götüren en önemli etken bu.
Son büyük darbe
Onunla çalışan bir müzisyen şöyle diyor: “Onu uyuşuturuclar değil kırık kalbi öldürdü”. Doğru. Bunu yapan da ailesi ve en başta kocası şarkıcı Bobby Brown. Karısı kadar ünlü ve başarılı asla olamayan, her fırsatta onu aldatan, kötü alışkanlıklarını daha da körükleyen, sorumsuz bir asalak. Houston’un kariyeri inişe geçince, kliniklerde uzun tedavilere başlayınca da onu terk edip başka biriyle evleniyor. Bu her zaman bir aile kurmayı hayal eden, bir arada kalmak için her şeye göz yuman Houston’a indirilen son büyük darbe. Babasının ona açtığı 100 milyon dolarlık davayı saymazsak tabii. (Belgesele göre Houston’ın yakınlarına harcadığı para 250 milyon dolar).
Filmden hareketle şunu gözlemiyoruz. Houston’ın hayatındaki tek makul ve mantıklı insan kız arkadaşı Robyn. Küçüklükten beri arkadaşlar ve bir dönem sevgili de oluyorlar ama o dönem sektöre hakim olan homofobi onları ayırıyor. Whitney gibi bir starın eşcinsel ya da biseksüel olması ticari açıdan felaket olarak görülüyor. Bu olay saklanıyor. Robyn çok çabalasa da onu Bobby Brown’dan kurtaramıyor.
Whitney Houston’ın hayatı gerçekten filmlerde bile olamayacak dramlarla dolu. Öyle ki dram o öldükten sonra da bitmedi. Onun ardından 2015’te çok sevdiği ve onun için her şeye katlandığı kızı da uyuşturucuya bağlı komaya girdi ve 22 yaşında hayatını kaybetti. Whitney belgeselini göz yaşları içinde izleyecekler sanırım sadece Whitney’nin kaderine değil, insanoğlunun kötülüğüne, zayıflığına ve acizliğine de ağlayacaklar.
Yeni nesil belgeselcilik üzerine
Son yıllarda çok rastladığımız “Whitney” tipi biyografik belgeseller gerçeğin sadece kurgusal açıdan kendisi için anlamlı olan parçalarını kullanıyor. Yönetmen ya da prodüktör tarafından kurgusal açıdan ilginç bulunmayan olaylara ise bu belgesellerde hiç yer verilmiyor. Yani bu tip belgeseller baştan bir amaçla ve iddiayla yola çıkıyor. Kurgulanmak üzere seçilen ve sunulan malzemenin gerçek görüntülere, röportajlara ve tanıklıklara dayanması bu izlediğimiz şeyi bir belgesel yapmaya bence yetmiyor. Belgesel sıkıcı olmayı göze almak pahasında gerçeği yansıtmaya çalışır. “Whitney”yi o gözle izlersiniz.
“Whitney, Can I Be Me” bu hafta vizyonda.
Cumartesi tavsiyesi: Mix Festival
Dün başlayan Mix Festival, Zorlu PSM’de bu akşamki konserlerle tamamlanacak. Bir tavsiyede bulunayım. Bu yılın parlak konuklarından Aurora’yı (22.15) kaçırmayın. Norveçli genç folk/electronica sanatçısı Aurora bu yıl yayınlanan “Infection of a Different Kind Step 1” ismini verdiği EP’siyle tarzını kimliğini ufaktan bulmaya başladı. Devamında Londra çıkışlı taze dans ekibi Tender var. Daha erken gidecekler Emancipator Ensemble’ın canlı performansını mutlaka izlemeli.