Yaklaşık 500 CD, DVD, VCD. Evet VCD... VHS bantlar var. Kat kat dizince benim boyumu geçiyor. Guns’n Roses’ın “November Rain” videosunun VHS’i neden yıllarca saklanır ki? Hepsini salladım, güle güle gittiler...
Kutular, koliler dolusu giyim kuşam. En son 2007’de giymiştim şu Manic Street Preachers tişörtünü. Her yeri delik deşik. Yıkana yıkana tipi kaymış, iyice soluklaşmış AC/DC tişörtümü en son giydiğimde House Cafe diye bir şey açılmamıştı, Teşvikiye
Kafe vardı.
Paltolar... Montlar... Kazaklar... Şu U2 tişörtümü en son giydiğimde Tansu Çiller başbakandı herhalde ya da Ecevit... Şu Foo Fighters tişörtünü 2003’te Roskilde’den almıştım ve XL olmasına rağmen eve geldiğimde üzerimde düdük gibi durmuştu. Bir kere bile giymedim. Ama o zamandan beri her yere taşıdım. Neden?
Kazaklar... Bir kısmını güveler yemiş. Bunu yiyen güve tarih olup uzaya karıştı ama kazak burada karşımda. Giyilmekten, yıkanmaktan ışığa tutunca arkası görünecek hale gelmiş, varlığını dahi unuttuğum bin yıllık Adidas eşofman üstüm. Alınıp giyilmemiş onlarca tişört, sweatshirt. Bir sürü ama bir sürü eldiven. Ben eldiven giymem ki...
Kitapların arasına kamufle olmuş yüzlerce katalog, broşür. Kâğıtlar, kâğıtlar, kâğıtlar... Hepsini yıllarca sırtımda bir kambur gibi ev ev, semt semt, hayat hayat taşımışım. Eski kartvizitlerimi buldum. Kartvizit. Hiç kullanılmamış orijinal ambalajında
kartvizit... Neden?
Boş CD’ler buldum. 90’ların sonunda alınmış ve bir şeyler kaydederiz diye yıllarca taşınmış CD kuleleri. Çoğu zaman hiç bakılmayan açılmayan, kutular içinde dolapların, çekmecelerin, depoların, yüklüklerin, kilerlerin karanlık köşelerinde beklemişler bugünü. İşte sizi de atıyorum. Hepinizi atıyorum. Hepinizden kurtuluyorum. Kucak kucak, koli koli, avuç avuç. Ya da tek tek. Dikkatle arıyorum, doğru yeri buluyorum ve atıyorum.
Londra’nın kuzeyinde bir recycling merkezindeyim. Burası harika bir yer. Her şeyi atabiliyorsunuz. Kurtulmak istediğiniz her şey için özel bir konteyner var. Atmak istediğiniz her şey için özel bir yer. Terapi gibi, kan ter içinde kalarak atıyorum her şeyi. CD’ler ve DVD’ler şu deliğe. VHS olanlar ilerideki konteynere. Elbiseler ihtiyacı olanlar verilmek üzere işte şuradaki bölüme. İşi biten karton kutuları düzleyip şu ileriye. Kâğıtlar şuraya. Recycle görevlisi hastaya şifa veren doktor gibi yardım ediyor, gösteriyor nasıl atılacağını.
Onlarca devasa konteyner arasında dörtnala koşmuş at gibi soluya soluya dolaşıyorum. Her durakta biraz daha hafifliyorum. Etrafıma bakıyorum. Eski fırınını indirdi adam arabasının arkasından. Gülle gibi ağır fırını el arabasına koydu. Güç bela dev konteynerin ağzına doğru yukarı çıkardı. Aşağı itti. Metalin metale çarpma sesi yankılandı. Rahatlamış bir yüzle indi ve arabasına binip gitti adam. Eski dolapları kırıyor ilerideki karı koca. Çekmeceleri tek tek ayırıyor ve odun yazan yere atıyorlar.
Bir aile neşe içinde eski bir masa ve sandalyelerini parçalıyor. Koltuklar, tencere tavalar, rafla... Recycle merkezinde büyük bir hareketlilik, heyecan. Arabalar kuyruk oldu. Yüklerle giriyorlar içeri, hafiflemiş çıkıyorlar mutlu mesut,
al al mor mor...
Bir şey dikkatimi çekti. Her şeyi atan var. CD, DVD, VHS için ayrı ayrı yerler var. Ama plak için yok. Plaklarından kurtulmak isteyen var ama ihtiyacı olanlar alsın diye
özel bir yere bırakılıyor.
Plak asla çöpe atılmıyor.
Eve döndüm, hafif ve mutlu... Plaklarımı sevdim. Belli sebeplerden biriktirdiğim eski gazetelere gözüm ilişti. Hayır, sizi asla atmam.
Bir sizi, bir de plaklarımı...