Önce nefretle doluyorum. “Eğer tek bir çocuğa bile yan gözle bile baktıysa yattığı yerde huzur bulmasın” diyorum.
Sonra, “Michael Jackson dediğimiz zaten babası tarafından maddi manevi kullanılmış, öldükten sonra bile kullanılmaya devam edilmiş bir kurban” diyorum. “Kendisi mağdur zaten” diye düşünüyorum.
Ardından, “Ne mağduru canım, böyle mağdur mu olur, mağdursa da mağdurluğunu bilsin o zaman herkes mağdurum der, kimsenin hiçbir şey için hesap vermesine gerek kalmaz” diyorum. Derhal öfkeleniyorum.
Sakinleşince, “Ama bu adam bu davalardan hep beraat etti” diyorum. “Ortada yasal bir karar falan yok ki” diyorum. Sonra “Biz ne beraatler gördük aslında yoktular” diyorum. Ardından, “Yahu mahkemeye inanmayacaksak, hayatımıza nasıl devam edeceğiz?” diye iyice sinirleniyorum.
Biraz sonra, “Acaba paranın ve şöhretin açamayacağı kapı kaldı mı bu dünyada?” diye söyleniyorum. “Her şeyin bir fiyatı var mı, bu doğru mu?” şeklinde retorik sorularla kendimi dürte dürte yeni bir öfke nöbeti tarafından ele geçiriliyorum.
Ardından, “Pardon ama bugünün yeni dalga belgeselciliğini hiç mi tartışmaya açmayacağız?” diye konuyu (ve siniri) başka yere çeviriyorum. İçinde kan, para, skandal, işkence, taciz, manyaklık olmayan konuların belgesellerini kimse çekmiyor, her bir belgeselci konuyu bulup eşeleyip Reha Muhtar gibi “Acı var mı acı?” diye soruşturuyor. Ardından, “Yeteri kadar pislik dolu leş gibi kokan bir hikâye bulduğunda ‘motor’ diye bağırıyor. Bu belgeselciliğin kime ne faydası oluyor acaba” diye giderek asabileşiyorum.
Derken, “Michael Jackson çocukları taciz etmiş mi etmemiş mi? Ettiyse, ki öyle görünüyor, sen kimi neyi savunuyorsun ey Mehmet Tez!” diye kendimi lince başlıyorum.
Linçten kafamı kaldırınca, o çocukların anne babalarının ikiyüzlülüğü, paraya, üne sorgusuz sualsiz teslimiyeti geliyor gözümün önüne, midem bulanıyor. “Benim bir çocuğum var, dünyayı verseler saçının tek telini vermem bunlar ne biçim insan?” diye heyheyleniyorum. Ardından “Ama zavallı çocukların ne kabahati var?” diyorum.
Michael Jackson’a da, anne babalara da, bunun belgeselini çekene de, keyifle ve iştahla izleyene de fena halde saydırıyorum. Vur ha vur.
Sakinleşince bu sefer “Ne yani? Michael Jackson şarkılarını artık dinlememek de neymiş?” diye kendimi dürtmeler başlıyor. Bırakın “Anılarımız var” muhabbetini, bu şarkılar pop tarihinin en büyük hit’leri, en başarılı albümleri. Bunları kim silebilir tarihten diye sinirleniyorum. Bunu önerenlere, gündeme getirenlere, bu ve bunun gibi ilk akla gelen sığlıklara... Çalmamaya karar veren radyolara...
Ardından, “Ama şimdi artık Michael’a bakıp sapık gören bir kuşak olacak, onlar için bu şarkıların ne önemi kaldı ki, zaten dinlemiyorlardı, bal gibi de silinir Michael Jackson tarihten” diye düşünüyorum.
Hemen ardından “Ne yani? Sanat eserlerini sanatçıların kendisinden bağımsız düşünemeyecek miyiz? Bunu eşelersek her büyük yazar, yönetmen, ressam, besteci, heykeltıraş, ya sapık çıkar, ya manyak, ya kumarbaz, ya tecavüzcü ya tacizci. Bunların hiçbiri olmasa bile bugünün ahlaki değerleriyle yargılandığında herkesin en azından seksist, homofobik, ırkçı olacağı neredeyse kesin gibi” diye mız mız mızırdanıyorum.
Hemen akabinde, “Mehmet Tez, sen neyi savunuyorsun, bu konuda illa bir tarafı savunmak zorunda mısın? Michael Jackson şarkılarını dinlemeye gönül rahatlığı içinde devam etmek istiyorsun diye bütün bir sanat tarihini çöpe atmaya razısın yani öyle mi?” diye soruyorum kendime ve ardından derhal “selflinç”ime (kendi kendini lince “özlinç” de denebilir) kaldığım yerden pata küte devam ediyorum.
Hemen ardından sakinleşip bir su içip kendime geliyorum. “Yahu iyice radikalleştik. Hayatta siyah-beyaz dışında renkler yokmuş gibi davranıyoruz. Ya illa karşısında olacağız bir şeyin ya da tamamen yanında sanki. Hayır, hayat böyle bir şey değil” diyorum. Ve burada kalıyorum sevgili okurlar. Siz tam olarak neredesiniz?