Geçenlerde uzun zamandır uğramadığımız Beyoğlu’nda bir yemek yiyelim dedik. Her yer birbirinin aynı “meşhur” tatlıcı, baklavacı, şekerci, çikolatacı olmuş. Bunlar hangi ara meşhur oldu biz kaçırmışız, meğer ne çoklarmış. Meşhur olmayan hiçbir şey yok maşallah. Hepsi de tarihi oldukları iddiasında.
Her şey dekor gibi
Tarihi olmak tarihte hiç Türkiye’deki kadar kolay olmamıştı. Hafıza sıfır. Bir anda ortaya çıkıp gıcır gıcır tarihi tabelayı çaktın mı tarihisin. Kimse geçen hafta ne oldu, onu bile hatırlamıyor nasılsa.
Arta kalan dükkanlar, Osmanlıca isimli dönerciler, sulu yemek lokantaları, zincir ayakkabı mağazaları, giyim kuşamcılar bir-iki de kahveci. Eli yüzü düzgün bütün binalar otel olmuş, henüz olmayanlar da o yola çoktan girmiş.
Eskiden, çok değil birkaç yıl önce İstiklal’de yürüyüp Beyoğlu’nda dolaşan yanımdan geçen insanlara baktığımda az çok kimdir nedir, nasıl biridir tahmin etmeye çalışır, mesleklerine dair hayal kurabilirdim: “Şu kesin öğrenci, şu grup sosyal medyacı galiba, karşıdan gelenler beyaz yakalı olmalı, işten yeni çıkmışlar sanki, şu karşıdan gelende tasarımcı tipi var, bunlar müzisyen...” Böyle şeyler.
Şimdi bu gördüğüm insanları tanıyamıyorum. Kimdir nedir
Demişlerdi ama ihtimal vermemiştim. “Ağlayan bebeği saç kurutma makinesi ya da elektrik süpürgesi sesiyle uyutmak mümkün” diye bir yerlerde okumuştum ama umursamamıştım. Meğer tamamen doğruymuş. Bizim Leyla’ya ne klasik müzikler, ne melodiler dinlettik. Bütün bebek müzik antolojisini eski yeni taradık. Daha doğmadan neler neler dinletmek üzere yaptığım hazırlıklar sonucunda 2.5 aylık ömründe benim 18 yaşına kadar dinlediğimden fazlasını dinlemiştir Leyla.
Ama işte bebekler o kadar basit değil. Bizimki Beatles’ı pek seviyor, sakinleşiyor. Bebekler için hazırlanan, özetle belli başlı grupların belli başlı şarkılarını bebek melodisi şeklinde uyarlamaya dayalı müziklerin hepsini seviyor. Ama bir yere kadar. Hanımefendinin canı sıkkınsa ve ortalığı yıkmak istiyorsa o da para etmiyor. Coşuyor, apartmanı ayağa kaldırıyor.
Bebekler bayılıyor
Başucunda renkli oyuncak hayvanların asılı olduğu mini dönme dolabın yaydığı klasik müzikler de etkili zaman zaman. Ama hiçbiri fön sesi kadar mest etmedi bizimkini. Şaşkınım.
1966 yılında Türkiye’nin nüfusu 35 milyona doğru tırmanıyordu. Köyden kente göç zirvedeydi, insanlar şehirlere yığılmaya başlamıştı. Toplumun yüzde 70’i genç ve çocuktu. Her yıl bir buçuk milyon bebek nüfusa katılmaktaydı.
İstanbul en fazla göç alan yerdi. 60’ların sonlarına doğru şehir merkezi giderek kalabalıklaşıyor (1965 sayımına göre 1.7 milyon), çevresinde yeni mahalleler oluşuyor, toplamda 2.2 milyon olan nüfus 3 milyonlara doğru tırmanıyordu (1970 sayımında 3 milyon 90 bin).
H
Bu şehirde Gençlik ve Spor Müdürlüğü’ne bağlı spor salonu sayısı kaçtı biliyor musunuz? İKİ. Özel okullar haricinde İstanbul’da bulunan 77 lisenin sadece birinde kapalı spor salonu vardı. En köklü üniversitelerimizden İstanbul Teknik Üniversitesi’nde kaç salon vardı biliyor musunuz? SIFIR. Mesela aynı yıllarda Japonya’da ülke çapında 50 bin kapalı salon vardı. 30 binden fazla yüzme havuzu bulunuyordu.
Gelmiş geçmiş en büyük 10 kemancıdan biri kabul edilen Yehudi Menuhin, konserleri dolayısıyla dünyayı dolaşırken gittiği yerlerde pek çok yetenekli ama imkansızlıktan dolayı eğitim fırsatı bulamayan gençle karşılaşıyor. Bu yetenekli çocukları müziğe kazandırmak için Yehudi Menuhin School kuruluyor. 1963’ten beri öğrenci kabul eden okul, gelirinin bir kısmını da okulun içinde bulunan 300 sandalyeli, tümüyle ahşap salonda öğrencilerin verdiği performanslardan elde ediyor. Burada geleceğin klasik müzik starları, virtüözleri yetişiyor.
Parlayan yetenekler
Bu özel okulun ilk Türk öğrencisi Berfin Aksu’ydu. 1988 doğumlu Aksu okulunu başarıyla bitirdi, geçen yaz Bodrum ve Zürih’te Fazıl Say’la birlikte çalarak sahneye çıktı, kariyerine başladı. Öğrenimine de yine Londra’da Guildhall School of Music and Drama’da devam ediyor.
Şimdi bu okula girme başarısını gösteren iki gencin daha olduğu haberini, Andante dergisinin ekim ayı sayısında Şefik Kahramankaptan’ın bilgilendirici yazısından öğrendim.
Shazam ve Soundhound gibi uygulamalar sayesinde artık “Bu çalan neydi?” sorusunun yanıtı çok basit. Shazam’lıyorsun öğreniyorsun. Bu insanlık tarihini değiştiren hizmet bugün prodüktörleri ve bestecileri hit şarkı formülünü bulma konusunda bilimsel bir seviyeye taşımış olabilir. Bakın nasıl.
Günde 20 milyon Shazam yapılıyor. Dakikada 14 bin kişi “Bu çalan neydi?” diye merak ederek telefonunu hoparlöre yakın bir yere doğru tutup etrafındakileri “Bir dakka şu şarkı neymiş bakalım” diye susturuyor. Bu kadar merak ediyorsanız, demek ki o şarkıda sizi çeken bir şey var. Demek ki o şarkı size bir şeyleri hatırlatıyor.
Depolama ve analiz
Günde 20 milyon kişi bazı şarkıları kendisi için inanılmaz derecede ilginç bulduğu ve merak ettiği için (bazen de aşırı kötü bulduğu ve bu ne diye merak ettiği için) Shazam’lıyor. İşte bu Shazam’lamalara dair veriler havaya karışıp uzayda yok olmuyor, iyi havalandırılan bir binanın içindeki hard disk’lerde depolanıyor.
Bu hard disk’lerde hem kişisel müzik zevkimiz hem de toplumsal, ulusal, kültürel, bölgesel müzik zevklerimiz depolanıyor. Depolanmakla kalmıyor, analiz ediliyor. Ulusal, kültürel, bölgesel, beşeri, coğrafi, hangi parametreyi isterseniz onu
Arda Deniz Dokuzoğlu ve Cihan Uğur Otçu. 20’lerinde bu iki genç adam Türkiye’de nadir rastlanan bir şey yapıyorlar. İleri teknoloji geliştiriyorlar. Böyle söyleyince tam anlaşılmıyor. Açıklayalım.
Arda lisans eğitimi süresince örümceklerle ilgileniyor. Bir gün durup dururken “Ben yapay örümcek ağı üretmek istiyorum” diyor, “Yapabilir miyiz? Cihan yanıt veriyor: “Yaparız abi, neden yapamayalım”. Her şey böyle başlıyor.
O sırada nanoteknoloji üzerine çalışıyorlar. Biri biyomühendislik öğrencisi, diğeri biyoloji mezunu, sinirbilim çalışıyor. Nanoteknolojiden sıkılınca genetiğe merak sarıyorlar. Örümcek ağına kafayı takınca işler gelişiyor. Teşvik alıyorlar ve yapay örümcek ağı üretiyorlar.
Ancak bunun iplik haline gelmesi gerekiyor. Bunu için AR-GE yatırımı lazım. Yatırım için para lazım. Bunun için şirketleşme ve finansman bilmek, girişimcilik öğrenmek lazım. Tıkanıyorlar. Yeni bir şirket kuruyorlar. Adı Geen Biyoteknoloji.
Bu defa ekip kalabalıklaşıyor. Çağatay Mert Tözün laboratuvar şefi olarak ekibe katılıyor. Hande Özkan liderliğinde bir genetik tasarım ekibi kuruluyor. Ekipten Cihan Uğur Otçu iş modelleri geliştirmekten sorumlu. Zira iş geliştirme olmazsa sadece zevk için deney
Kariyerine eski blues şarkıcılarına benzemeyi isteyerek başlayan, yaşlandıkça eski bir blues şarkıcısına dönüşen hırslı bir genç adam... Onunla 2006’da röportaj yapan yazar Jonathan Lethem, Bob Dylan’ı böyle tanımlamış.
Aslında olan biten Dylan açısından da basitçe bu. Ama olaylar geliştikçe Dylan, sivil hakları ve bireysel özgürlükleri savunan yeni bir gençliğin ahlaki, kültürel haritasını ve siyasal duruşunu belirleyen kendi kuşağının sanatçılarının en güçlülerinden biri haline geldi. Bunu da gitarı ve şiiriyle yaptı.
Bir dönemin cinsellik sembolü, gençlik idolü, folk şarkıcısı, ozanı ve şairi, şimdinin bilge adamı Dylan, Nobel Edebiyat Ödülü’nü boşuna almamıştır. Müziğin edebiyata, edebiyatın müziğe etkisinin geçen yüzyıldaki en bariz kanıtlarından biridir kendisi.
Müziğin dünyayı değiştirebildiği bir çağın yıldızıdır. Ve müziğin bu gücünü borçlu olduğu insanlardan biridir. Onun şiiri ve müziği kendinden sonrakilere de bu gücü vermiştir.
Bana bu albümü kim, nerede, nasıl önermişti? Ben nerede bulup da almıştım? Zaten bu soruları hakkıyla yanıtlayabiliyorsanız hikayeleriniz hazır demektir. Carl Barat’ın, Daniel Miller’ın (Mute’un kurucusu), Andrew Weatherall’un, Boy George’un (Nico’nun “Chelsea Girl”ünü önermiş), Ian McCulloch’ın (kendi albümünü önermiş, Echo & The Bunnymen “Porcupine”) ve nice dostunun önerileri var.
Türkiye’de üç plakçıya gitmiş. Kontraplak, Lale Plak ve Deform.
Açıkçası Kadıköy’e de geçmeliymiş dedim kendi kendime okurken ama konserden önce birkaç saatiniz varsa elbette Beyoğlu’nda aynı cadde üzerinde üç tane plakçı gezmek en pratiği.
Deform’da içerde sürekli zeytin yiyen birinden bahsediliyor. Burgess buna takılmış. Ya rahatsız olmuş ya da çok egzotik bulmuş. Konuşurken bir yandan da zeytin çekirdeği tüküren biri ne kadar egzotik bulunabilirse tabii.