Geçen yıl 13 Kasım’da Paris’te 137 masum insan katledildi.
Müslüman teröristler tarafından yapıldı bu katliam.
Müslümanlık adına, İslam adına yapıldı hesapta.
Bu saldırının birinci yıldönümü olan 13 Kasım’da, o günkü katliamların en kanlısının yaşandığı, 90 kişinin öldüğü Bataclan konser salonu tekrar hayat doldu, insan doldu.
Sting konseriyle açıldı mekân.
Sting bu konserin gelirini saldırıda ölenlerin aileleri tarafından kurulan vakfa bağışlarken “Burada toplanma amacımız hem hayatını kaybeden insanları anmak, hem de hayatı ve müziği onurlandırmaktır” diye konuştu. Öyle de oldu.
Bataclan bu insanlık düşmanı saldırıyı unutmadı ama geride bıraktı.
Ve bakın bu saldırının yıldönümünde yaşanan bir olay vesilesiyle şahane bir insanlık dersi, medeniyet verdi bu mekânın yöneticileri.
Leonard Cohen 21 Ekim’de yayınlanan son albümü “You Want It Darker” vesilesiyle New Yorker dergisine verdiği ve yaşlılıkla ilgili pek çok sağlık sorunuyla boğuştuğu belirtilen röportajda şöyle diyordu: “Ölmeye hazırım.”
Üzgün değildi. Aksine mizahi bir yaklaşımı vardı. 82 yaşında “Bu belki de son albümüm” dediğinde sevenleri çok şaşırmadı. Aslına bakarsanız Cohen, 2008’de uzun bir inzivadan sonra yeniden sahnelere dönüp turneye çıkmaya karar verdiğinde bunun bir veda turnesi olduğunu anlatmıştı herkese. Konsere çıktığında, “Siz beni hayatım boyunca dinlediniz, size hak ettiğiniz biçimde anlamlı bir şekilde veda etmek istedim” diyordu.
Adadan büyülendi
2012’de Berlin’de ön sıralardan izlediğim Cohen konserinde hakim olan duygu da tam buydu. En genç insan 60’larındaydı, daha yaşlı kimileri bastonla, kimileri yardımcılarıyla gelmişti ve o sahneye çıktığında birlikte şarkılarını söylerken hepsi 20’lerini yeniden yaşıyordu. Onun 2008’de başlayan ve 2012’ye kadar devam eden turnesi aslında bir kuşağın son toplanması, son büyük partisiydi.
Elbette Cohen her yaştan dinleyiciye sahip ve zamana yayılan albümlerle her dönem yeni hikayeler anlatmasını bilen bir sanatçı. Kanada’da doğup
Leonard Cohen 10 Kasım akşamı 82 yaşında hayatını kaybetti. 21 Ekim’de yayımlanan son albümü ‘You Want It Darker’da “Hazırım” diyordu. Biz değilmişiz.
Plak şirketi Sony Music Kanada, Cohen’in resmi Facebook hesabından yaptığı açıklamayla haberi doğruladı. Leonard Cohen 82 yaşında hayatını kaybetti. Ölüm haberi ile birlikte cenazenin ileri bir tarihte Los Angeles’ta yapılacağı da duyuruldu. Ailesinin yas döneminde sessizlik talep ettiği de vurgulanan kısa açıklamada 82 yaşındaki sanatçının ölüm nedeni ile ilgili açıklama yapılmadı.
Henüz iki hafta önce 21 Ekim’de on dördüncü stüdyo albümü ‘You Want It Darker’ı piyasaya süren ve artık ölmeye hazır olduğunu açıklayan (hem albümdeki şarkı sözlerinde hem de New Yorker’a verdiği röportajda bundan bahsetti) Cohen, ağustos ayında hayata veda eden eski sevgilisi Marianne Ihlen için de oldukça duygusal bir mektup yazmış ve “Evet Marianne, artık yaşlı vücutlarımızın bizi terk etmeye başladığı bir yaştayız ve sanırım ben de kısa süre sonra seni takip edeceğim. Şunu bil ki, çok yakınındayım ve elini uzattığın anda benimkine ulaşacaksın…” diye devam etmişti.
21 Eylül 1934’te Quebec’in Westmount kasabasında dünyaya gelen Leonard Norman Cohen,
Tektosag’ın (bir değerli yerli label’ımız, bilmeyenlere not) sapsarı, şık, retro tasarımlı acid toplamasını rafta karşımda görünce beynimin çalışmayı unutmuş gri hücreleri harekete geçti. Ne zamandır ziyaretçi yüzü görmemiş uzak akraba gibi toparlanıp kapıya koştular ve sitemle beni içeri buyur ettiler. Bu buyur etme sırasında hayatımın bir bölümü film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
Bakırköy - Kadıköy hattında karışık toplama kaset yapmalar, muhtelif plakçılarda güncel pop parçaların remikslerini kaydettirmeler, hatta Shannon’ın “Let The Music Play’ini, “High Energy”yi, “Big in Japan”ı ve Van Halen’dan “Panama”yı remikslemeyi başardığım bir kasetim vardı, o bile aklıma geldi.
Eski dostla karşılaşma
Acid lafını ilk duymam, lisedeki havalı kızlardan birinin çantasında gördüğüm smiley rozetiyle karşılaşmamdan yaklaşık bir ay kadar sonra olmuştu. 1989 baharında İtalya’ya düzenlenen bir lise gezisinde Garda’da bir diskodaydım (göl kıyısındaki tesis ne de havalı gelmişti). Herkes ellerini havaya kaldırıp “Big Fun” diye bağırıyordu. Benim Rainbow üzeri Malmsteen dinlediğim yıllardı. Kültür şokunu siz hayal edin. Sonraları acid denizine balıklama daldım denemez ama kendi çapımda
1999’da, o dönem kısa bir süre çalıştığım ajans bir siyasi partinin seçim kampanyasını alınca, parti teşkilatlarının sorunları hakkında bilgi toplamak amacıyla Anadolu’ya gönderilmiştim. Başkan yardımcıları ve muhtelif siyasetçilerle hızlandırılmış bir Türkiye turu yaptım. Hayatımdaki en öğretici deneyimlerden biriydi.
Net olarak şunu görüyordunuz (bugün de pek farklı olduğunu düşünmüyorum): Her bölgenin derdi farklı ve her bölge sadece kendi derdinde.
Merkezi politikalar ve ideoloji oy vermede sadece büyük şehirlerdeki yüksek eğitimli dar bir kesimi ilgilendiriyor. Bu mesajlarla Anadolu’ya giderseniz karşınızda size boş boş bakan insanlar görüyorsunuz. Çünkü size, sözgelimi, şeker pancarı taban fiyatının ne olacağını, Öcalan’ın asılıp asılmayacağını (o dönem yeni yakalanmıştı), kaçak yapılara tapu-ruhsat durumlarını, kente hangi inşaatların yapılacağını ve bu inşaatlarda kaç kişiye iş verileceğini, belediyelerin sözleşmeli işçileri kadroya alıp almayacağını soruyorlardı. İşsizlik ve sağlık en önemli problemlerdi. Bunlardan başka...
Diyarbakır’da barışçı, Erzurum’da milliyetçi, Adana’da üreticinin ve işçinin sorularına duyarlı olmalıydınız. Samsun’da Karadeniz bölgesinin
Dünyada 2001’de CD hâlâ en çok satan formattı. Plak çoktan tarih olmuştu. Bırakın yeni albümlerin plak olarak basılmasını, eski plak bile tek tük bulunurdu, şimdi her yerde boy boy vitrinlerde duran pikap, gramofon muamelesi görüyordu.
Şimdi çoktan unutulan kaset hâlâ deli gibi satılıyordu. MÜYAP verilerine göre 2002 yılında 31 milyon yerli-yabancı kaset satılmış Türkiye’de. 2003 yılında satılan CD sayısı 12 milyon. Şu anda DVD’leri de katınca bu rakam 6 milyon civarında. Kaset ise sıfıra inmiş durumda. Bugün Türkiye’de bildiğim kadarıyla bir adet CD fabrikası kaldı.
Devam edelim. Stream hayallerde bile yoktu. Dijital albüm satışı 2001’de iTunes ile başladı ancak hiç yaygın değildi. Evdeki CD’leri mp3’e çevirmekle uğraşılırdı. LimeWire, Napster’dan şarkı indirme devriydi. Yasal dijital listeleri ilk kez Billboard, 2005’te başlattı ve bu bir dönüm noktası kabul edildi. Daha bu tarihe dört yıl var düşünün...
2008’de 54 milyon adet iPod satılmış. Bu iPod satışlarının zirve yılı. Ardından düşüş gelmiş. 2014’te yılda 14 milyona inmiş bu rakam. iPod bugün Apple’ın temel ürünleri arasında yok. 2015 itibarıyla satış rakamları da açıklanmıyor. Yeri aksesuarların yanı ve artık klasik
Mektubun adresi Chemical Brothers. İmza Roger Waters’ın da içinde bulunduğu bir İngiliz sanatçı topluluğu. Waters’ın bu konuda önceden beri tavrı belli. Bu çağrıyı daha önce de defalarca başka sanatçılara yapmıştı. Ancak mektup yeni. Bakalım ne deniyor Chemical Brothers’a:
“Plak şirketiniz Virgin EMI size 12 Kasım’da Tel Aviv’de çalmanın çok cool bir şey olduğunu söylüyor olabilir. Ama Tel Aviv’in hipster ortamları, 1948’den bu yana Filistin nüfusunu sistematik olarak evinden kovan ve geri dönmelerine izin vermeyen derin bir güvenlik devletinin su yüzeyindeki kabarcıklarıdır.”
Yani canlı kültürel hayat görünümünde bir makyaj var ama orada yıllardır Filistin halkı adına bir dram yaşanıyor ve devlet bu kültürel aktivitelerin varlığını kullanıyor deniyor. Benim ilgimi çeken bölüm de burası zaten:
“Chemical Brothers gibi uluslararası sanatçılar İsrail’in kültürel mekanlarında konser verdiğinde bu, İsrail’in diğer bütün ülkeler gibi normal bir ülke olduğuna dair yanlış bir inancın oluşmasına neden oluyor. Sanatçılar ve medya devamlı barış ve birlikte yaşamak temalı mesajlarla doluyor. Bu önerme aslında şunu içeriyor: İşgalci ve işgal altında olan bir arada yaşayabilir. Ancak bu
“Büyüklere çizgi film” şeklinde özetleyebileceğim, toplumsal eleştirinin en şahanesini suratımıza çarpan televizyon dizisi South Park’ın yirminci sezonu (evet 20 yıldır var) öncekilerden biraz farklı.
Her bölümü 25 dakika süren ve ender olarak iki ya da üç bölüm süren hikâyeler anlatan South Park’ın bu sezondaki ilk altı bölümü tek hikâyeye ayrılmış. İnternetin vazgeçilmez bir gerçeği haline gelen troller ve trolcülük.
Bize ne Amerikan dizisinden falan demeyin, trol dediğiniz her gün telefonunuzda, bilgisayarınızda, nerede sosyal medyaya giriyorsanız orada, hatta takside, otobüste, televizyondaki tartışma programında.
Sıradan bir Türk her gün defalarca trolleniyor. Kendinizi durduk yere saçmasapan bir tartışmanın tarafı olarak ve istemeye istemeye birilerini ya da bir şeyleri savunurken bulmadınız mı? İşte trollük sistemi böyle çalışıyor.