Selda Bağcan şarkılarına yapılan remiksleri içeren Selda Bağcan “Remix” adlı albüm geçenlerde yayınlandı. Bağcan, pop/alternatif meselesini yeniden düşünmemize yol açan en güncel ve önemli isimlerden.
Selda Bağcan’ın müziği, hem kendisinin, hem de kendisini eskiden beri dinleyip sevenlerin tahminlerini aşarak şaşkınlık verici şekilde yeni kuşaklara ulaştı. Üstelik önce Batı ellerindeki yeni kuşaklara ulaştı, oradan bize geldi.
Önce İngiliz, Amerikalı, Avrupalı müzikseverler, plak koleksiyoncuları keşfetti Selda Bağcan’ı ve bir tür “revival”ın ardından bize de Selda Bağcan, Anadolu’dan değil Londra’dan New York’tan geldi. Zaten Selda Bağcan da Türkiye’deki açıkhava festivallerine davet edilmeden evvel Primavera Sound’a davet aldı ve orada çaldı, bakmayın siz bu yıl her yerde konserler verdiğine. Remiks albüm, bu perspektiften bakınca, yerli müzik aleminin Bağcan’a ilgisinin değişik bir göstergesi. Herkesin kendi Selda Bağcan’ı var. Kimi toplumsal meselelere yaklaşımını, kimi karakterini, kimi şarkılarındaki buram buram Anadolu kokusunu, kimileri melodilerinin Batı kökenli sound’larda yarattığı orijinal etkiyi seviyor.
Sipariş değil
Remiksler de Bağcan’ın dans pistlerine ve indie
Paris 2024’te şehir içinde özel araçları kaldırmaya hazırlanıyormuş. Yer altında zaten metrosu var. Yer üstünde de sadece sürücüsüz otobüsler olacakmış.
Bir yoruma göre önceleri otomobil sayısındaki artışla krize giren eski dünya şehirleri yakın gelecekte otomobillerin azaltılmasıyla yine eski görkemli günlerine kavuşacak.
Otomobil devriminden sonra kurulan “yeni” şehirler geniş yolları, bulvarları, park alanlarıyla eski şehirlere göre daha ferah ve yaşanabilir bir tablo çiziyor. Oysa İstanbul gibi, Paris gibi, Roma gibi “eski” şehirler kalabalıklaştıkça, otomobil sayısı arttıkça trafiğe ve kaosa teslim oldu zamanla.
Şimdi tam tersi bekleniyormuş. Arabalar gidince eski güzel günler geri dönecek.
“Acaba İstanbul’da aynısı olur mu bir gün” diye düşünüyordum kalabalığın içinde buram buram terlerken. Önümde, arkamda, sağımda solumda bana yapışmış bir sürü insanla bize söyleneni yaptık, karayolu değil metro kullanıyoruz işte. Çağdaş toplu ulaşıma geldik. Durum bu. Çağdaş havalandırma biraz insan görünce iflas etmiş. Yer altında sıcaktan ve giderek yoğunlaşan nefes kokusundan bayılmak üzereyiz.
Tepemizdeki ekrandan takip ettiğimiz kadarıyla çağdaş metronun gelmesine son 7 dakikadır bir
En iyi ses hangi kaynaktan hangi formattan elde ediliyor? Geçenlerde bu tartışmanın ortasında kaldım. “CD’den gelen ses en mükemmel ses” dedi biri. “Plaktan gelen cızırtıların insanların hislerine, nostalji ve bir çeşit ‘samimiyet’ ihtiyacına denk geldiğini biliyorum ama kusura bakmayın o çıtırtılar müziğe ait değil” diye devam etti.
Eski tip analog kayıtlarda stüdyodaki ses doğrudan banta kaydediliyor. Banttaki master kayıt plağa aktarılıyor. Dijital kayıtta ise kusursuz olduğu iddia edilen bir ses elde ediliyor. “Cızırtı pıtırtı ya da o anda stüdyoda bir şekilde müziğe ait olmayan ne varsa ayıklanıyor. Tertemiz oluyor ses.” Böyle söyledi. Beni aldı bir düşünce. “Müzik dışı ses” ne demek?
Bu tartışmayı alevlendirmeyi arzulayan bir diğeri WAV ve FLAC formatlarının faziletlerini sıralamaya girişti. Benim aklıma Neil Young’ın başlattığı ve Kickstarter’da belli bir yatırımı bulan, bu formatlara ek olarak DSD dosyalarıyla da çalışan Pono adlı müzik platformu geldi. Ne diyordu Neil Young üstad? Stüdyoda bizim duyduğumuz gibi duyun istiyoruz.
Sonu gelmeyen bir çaba
Bu çabaların tamamı “en gerçek”, “en mükemmel” sesin peşinde. Müziği en kaliteli biçimde dinletmek sonu gelmeyen bir çaba.
Tamam
Müzik sektöründe bugün iki kalem hızla büyüyor ve gelir getiriyor. Dijital satışlar (artı stream) ve plak. Stream, müzik dünyasının lokomotifi oldu; geçen yıl stream ve dijital satışlar ilk kez dünyada fiziksel satışları solladı. Fiziksel satış dediğimiz, bugün artık kaset olmadığına göre CD’ler ve plaklar. İkinci hızla büyüyen kalem ise plak. Pastadaki payı hâlâ çok küçük ama kendi içinde giderek büyüdüğü de bir gerçek. Plak sektörü fiziksel satışlar içinde büyük bir ekonomi olmaya doğru gidiyor. Çünkü plak satışı, plak dinlemek için gerekli olan cihazların satışını da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla plak, dijital müziğe rakip değil. Tam tersi dijital müzik alanından pay kapmak yerine daha çok kendi pazarını yaratıyor. Çünkü insanlar plağı dijitale bir alternatif olarak satın almıyor. Dijitalde dinleyip, beğendikleri müziklerin bir de plak versiyonlarını edinmek istiyorlar. Bu tabloda sorulması gereken haklı soru “Peki sanatçılar, müzisyenler, yapımcılar bu sistemde gelir elde edebiliyorlar mı?”
“Maalesef hayır”
Hafta sonu Kadıköy Plak Günleri’ndeki söyleşide sorulan sorulardan biri buydu. Doğrusunu isterseniz plak konusuna meraklı insanların çokluğu ve bilgileri şaşırtıcıydı.
16 Eylül’de başlayacak 15’inci İstanbul Bienali’nin teması “iyi bir komşu”. Eğer böyle bir şey varsa, onun ne olabileceğine dair bir tartışma açıyor Bienal.
Ha bire komşuluk güzellemeleri yapılması bir âdet Türkiye’de. Eski komşuluklar özleniyor, “İnsanlar hal hatır sorardı” deniyor. Elinde bir tabakla “Annem size dolma yolladı” diye gelen küçük çocukların insanda yarattığı sıcaklık duygusundan bahsediliyor. “Kapılar kilitlemezdi” falan...
Bunlar güzel sıcak hikâyeler ve sinemada ya da içinde ha bire çay demlenen Türk dizilerinde etkili olacakları muhakkak. Ama gerçek hayatta ve günümüzün toplu konut/apartman yaşantısında bunların yeri yok. Buna ihtiyaç da yok.
Bütün gün ofiste kafası patlayıncaya kadar çalışan, trafikte saatlerce cinnet geçirdikten sonra sonunda evine gelen biri komşu falan düşünemiyor. Televizyona bakıp uyumak istiyor.
Ayrıca komşular da sırf sizinle aynı apartmanda oturuyorlar diye hoşunuza gidecek müthiş karakterli birer Münir Özkul, Adile Naşit, Nubar Terziyan, Hulusi Kentmen değil.
Akdeniz tipi kalabalık aile nostaljisini öven birisi evine çıkarken karşı dairenin kapısının önündeki ayakkabı yığınının üzerinden atlamaktan ve genzini yakan kavrulmuş soğan
“Masseducation” - St Vincent: Polyphonic Spree’den bu yana takip ettiğimiz altpop kişiliği St Vincent. “Masseducation”da yeni bir yola girdiğini taze single “Los Ageless”ı dinleyerek anlayabiliyoruz. Disco- electro-pop temelinde bir orta tempo dans şarkısı olan “Los Ageless”, kirli gitarlar, synthe’ler kullanarak kirli ama hayli melodik bir ortam yaratıyor.
“Colors” Beck: 13 Ekim’de yayınlanacak albümden bugüne kadar iki single yayınlandı. İlki “Dear Life”, bir erken dönem The Shins şarkısı gibi neşeli ve melodikti. 6 Eylül’de internete verilen ikinci single “Up All Night” başarılı bir dans şarkısı. Beck’in zaman içinde giderek oturttuğu, önceki albüm “Motning Phase”deki “Dreams”de de izlerini sürebileceğimiz elektronik efektlerin kullanımıyla zenginleşmiş yeni bir sound’u işaret ediyor.
“As You Were” - Liam Gallagher: Liam reis Oasis sonrası boş durmadı ve Beady Eye’ı kurarak müzik yaşamına devam etti. Ancak hiçbir şarkısı bu albümden çıkan single’lar kadar heyecan uyandırmadı. Açıkçası üç single’ın üçü de kusursuz. For What It Worth”, “Chinatown” ve “Wall of Glass” Oasis’in çıkış yıllarındaki müzikal tatmini yaşattı dinleyenlere. Yılın merakla beklenen brit/rock albümüdür. 6
Eylül hızlı geldi. Bugün Kilyos’ta Soundgarden Festivali var. The Drums, Whilk & Misky, Wax Tailor, Ezhel, Adamlar, Derrick May, Juju & Jordash benim izlemekten keyif alacağım isimlerden bazıları.
Yarın Beykoz Kundura Fabrikası’nda Salon’un seyyar hali, Gezgin Salon bütün güne yayılacak. Pantha du Prince ve Pional’ı da görmek ister gönül ama bir hafta sonunda normal bir insan kaç konsere, etkinliğe gidebilir ki? Jens Lekman bu akşam Garajİstanbul’da bir konser veriyor. E o da ne güzel. Öte yandan aşağıda bahsettiğim plak günleri tam gaz devam edecek.
Şehir giderek renklendi seslendi. Ama şu festivalleri aya yaysak, daha mı iyi olur acaba? Organizatörler arası tarihleri düzenleme kurumu mu kurulsa ne?
Moda’da bir kayıkhane
Moda sahilinde Koço’nun hemen yanında yer alan eski Moda Deniz Kulübü kalıntıları yıkıldı, kulüp binası yerine aslına uygun şekilde inşa edildi. Ardından bir inşaat ve hazırlık döneminin ardından burada Sahil Lokantası adında yeni bir balık restoranı açıldı. Bilenlerin söylediğine göre eski Moda Deniz Kulübü’nin havasını andıran bu restoranın şimdiki Moda Deniz Kulübü tarafına doğru bitişiğinde bir kayıkhane vardı. Bu kayıkhane de aslına uygun yeniden inşa edildi.
Sene 1995 falan. Gene bir gün Beyoğlu’nda sürtmüşüz sürtmüşüz, yolumuz Narmanlı Han’a düşmüş. İçeri girince sağ arkadaki Deniz Kitabevi’ne doğru yürümüşüz. Kedilerin üzerinden atlayıp içeri dalmışız. Bambaşka bir âleme geçiş yapmışız.
O sıra yana yakıla Ravel’in sonatlarını arıyordum. Çünkü Fransız Kültür’de düzenli takip ettiğim film gösterimlerinde o hafta Claude Sautet vardı. “Un Coeur en Hiver/Ayazda Bir Yürek”i izlemiştim ve baştan sona Ravel ile dolmuştum. Kasetini, CD’sini değil ama plağını almaya ant içtim. Deniz’e (Pınar) gitmem bundandı. Gerçi Deniz’in dükkâna insan Ravel almak için girip The Police’in erken dönem punk yıllarıyla ilgili bir fotoğraf kitabı alıp çıkabilirdi. Çünkü bunu yapmak mümkündü. Müzikle ilgilenen, edebiyata az çok meraklı, kitap okuyan biri için bu dükkânda bir sürü hazine gizliydi.
Hepsini boş verin, sırf Narmanlı Han’ın o köhne ama gizemli büyülü ortamı için bile gidilirdi. Burada bir sürü insanla tanışabilirdiniz. Hele kış günleri nasıl da acayip bir yer olurdu o binanın avlusu.
Deniz’den bir sürü kitap plak almışımdır ve çoğunu da birilerine vermişimdir. Plak, kitap dediğin zaten elden ele dolaşmalı ki bir anlamı olsun.
Deniz Pınar 2014 yılında