Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı yetkilileri ekmekteki israfın nedenine ilişkin bir araştırma yapmış. Ekmekte israfı artıran nedenlerin ucuzluk ve gramaj olduğu ortaya çıkmış. Hemen tedbir alınmış tabii. Artık ekmek 250 değil, 200 gram olarak üretilebilecek.
“Fırında 200 gram da, 250 gram da, 300 gram da, 400 gram da olacak. Halk hangisini isterse onu alacak” diye konuşmuş bir yetkili. “Halk hangisini isterse onu alacak” kısmı çok çok güzel. Adeta bir demokrasi dersi.
Bu uygulama geçen hafta hayata geçti. Mayısta yapılan zammın ardından belirlenen ölçülere göre ekmek 250 gramdı ve fiyatı 1 lira 25 kuruştu. 1 liraya yeniden nasıl düşürebiliriz “breynstorming”inin sonunda formül olarak bu bulunmuş olmalı. Gramaj ve fiyatla oynamak.
Şimdi 200 gram ve fiyatı 1 lira. Yani yetkililer halkımızın geçen yıla göre 1 liraya daha az ekmek almasını sağlayarak büyük bir hizmette bulundu. Zam olmamış gibi oldu. Müteşekkiriz.
Biz bunu zaten “Ben hep 20 liralık alıyorum abi, dolardaki artış beni etkilemiyor” diyen halkımız sayesinde benzin zamlarından korunmak için yapıyorduk. Yetkililerin yaptığı, bu uygulamayı yaygınlaştırmaktan başka bir şey değildir.
Zaytung’da şöyle bir haber vardı, “Simidin
Yıllar önce dağılmış efsanevi grupların bir araya gelerek genç kuşaklara kendini ve müziğini tanıtmak için turneye çıkması 2000’ler başında bir fenomendi ve hayli iyi kazandırdı. Şimdi devir değişti
Bruce Dickinson yıllar önce dağılıp sadece turne için yeniden bir araya gelen grupları “karaoke band” olarak adlandırdı iki hafta önce Brand Week İstanbul’daki konuşmasında. Yeni şarkı yapmadan eski hit’leri söylemek ve biraz para kazanmak için turneye çıkmak... Bundan bahsediyor. 2000’lerle birlikte yıllar önce dağılan bir sürü grubun bir araya geldiğini görmüştük. Bu, hem ekonomik açıdan krizde olan müzik piyasasına bir kan getirecek hem de yeni kuşakları bu babaların klasikleşmiş müziğiyle tanıştıracaktı. Güzel de oldu.
İkinci baharlarını yaşadılar
Black Sabbath’ten The Police’e, Eagles’dan Doors’a, Led Zeppelin’den (Ahmet Ertegün’ün ölümünün ardından onun anısına, kurduğu vakfa yardım amaçlı bir araya gelmişlerdi) Fleetwood Mac’e, Spice Girls’den Take That’e, Guns N’ Roses’tan Kiss’e, The Who’dan Van Halen’a büyük gruplar 2000’lerde ikinci baharlarını yaşadılar. Yüz milyonlarca dolarlık “reunion” turneleri yaptılar. Sonra ne oldu? Yeniden birleşecek eski grup kalmadı. Ama konserlerin
“Kent ozanlığı nedir” sorusuna şu aralar çeşitli ve renkli yanıtlar veriliyor. Nilipek’in yeni albümü “Döngü” bu yanıtlar arasında sakin ama etkili olanlardan
Kentlilik nedir, köylülük nedir, kasabalılık nedir? Kırsalın ve kentin insanlarının sorunları ve dertleri nelerdir? Kentlinin kıyısında yaşayanla merkezindekilerin kafaları nasıl çalışır, olaylara nasıl bakarlar? Bu hiç de bilimsel bir dille ifade etmediğim konular hakkında sayfalarca kitap okuyabilirsiniz, ki bu çok faydalı olur, ya da bu konuları şarkılardan takip edebilirsiniz. Gezgin Anadolu aşıklarından, halk edebiyatına, arabeskten, kentsoylu bunalımlarına ve oradan Bülent Ortaçgil’e uzanan ozanlar çizgimizde yeni bir viraj dönülüyor ne zamandır. Kentli müzisyenlerin gitar solosu atmak, davula afili vurmakla yetinmeyip bugün artık gördüklerini yaşadıklarını gözlemlediklerini kendi tarzlarında müziklerine aktarıyor olmalarını heyecanla karşılayanlardanım. Bir şarkının muhakkak belli dertlerden tasalardan bahsetmesi gerektiğini de düşünmem. Kimi gönül yarasından bahseder, kimi zulümden, kimi yoksulluktan kimi de trafikten, gece hayatından, lise aşkından. Hepsi aynı resmin parçaları.
Yeni nesil folk müziğimizin bu kentli
PISA direktörü Andreas Schleicher, Habertürk’ten Nalan Koçak’a verdiği röportajda özetle şöyle demiş: Ezbercisiniz ve artık ezberciliğin dünyada çok önemli bir yeri yok.
Eyvallah, haklı olabilir. Türk öğrenciler ezberci olduklarından, öğrendiklerini yaratıcı olarak kullanmayı bilmiyormuş. Cumhuriyet’te Orhan Bursalı aktarmış köşesinde.
Bizim yetkililer ne demiş peki bunun karşılığında? Anlamsızca ezberi savunmuşlar. Bir bildikleri olsa, bir mantığa oturtsalar ezberi savunmayı, anlamaya çalışalım. Oysa her zamanki gibi sırf birilerine inat söylendiği belli olan ergence laflar.
Orhan Bursalı, Schleicher’in bir soru üzerine söylediği şu sözleri de destekleyerek aktarmış:
“Öğretmene ders kitabı verdirmek ve öğrencilerden kitabı ezberlemesini istemek artık işe yaramıyor. Matematikçi gibi düşünmelerini sağlamalısınız. Sorunun nedenini ve doğasını anlamak formül ezberlemekten daha önemli.”
Valla benim bu önermeye, ikinci cümleden itibaren itirazım var. Bu lafın altında tam da sayısalcıların sözelcileri ikinci sınıf gösterme hevesi seziyorum. Ezelden sözelci olarak biraz konuyu kurcalamayı da sözelcilere borç biliyorum.
Tamam, kuru kuru ezberci olmayalım ama neden illa matematikçi gibi
Harvey Weinstein, Kevin Spacey, Ben Affleck, Dustin Hoffman, Sylvester Stallone. Son bir ayda cinsel taciz suçlama iddialarında adı geçenlerden sadece bazıları. Daha az tanıyor olabilecekleriniz var. Jeremy Piven, Jeffrey Tambor, Louis C.K.. Bunun dışında mesela Mad Men’in yaratıcısı Matthew Weiner var. Listeye politikacıları sporcuları hiç katmıyorum.
Kimi çıkıp özür diledi, kimi “O zaman çok gençtim hata ettim” dedi, kimi sessiz kalıp avukatlarını devreye soktu. Ama hiçbiri kesinlikle böyle bir şey yok demedi.
Her şeyden öte şu anlaşıldı Hollywood’da taciz edilmeyen aktris neredeyse yok. Belki de karşı koyanlar kariyer imkanı bulamadığından.
Bu dalganın öncesinde Bill Cosby davası var. Çocukların sevgili tonton baba figürü seri tacizci çıktığından bu yana zaten kafalar karışık, hayal kırıklığı gündemde.
Bir tatsızlaşma, bir büyü bozulması, bir büyük inanç kaybı.
Ünlülerin, sanatçıların, sevdiğiniz yazarların, ressamların, heykeltraşların, yönetmenlerin, şarkıcıların dünyasına yakından bakmanın riskleri var. Bunların başında onlar hakkında çok şey öğrenmek geliyor.
Netflix’in Alman yapımı “Dark”, küçük kasaba, sıradan insanlar ve büyük sırlar formülüne zamanda yolculuğu ekliyor. Sonuç: Bir oturuşta izlenecek 10 bölüm.
Yeni dizi var mı önerebileceğiniz?” İşte size dört başı mamur bi yanıt. Polisiye hikaye deseniz var. Her şey iki çocuğun kaybolmasıyla başlıyor. Sırlar deseniz var. Ağır ağır ifşa olunacak. Almanya kırsalında bir kasaba ve kasabanın sıradan gibi görünen insanları. Ama görüntü yanıltıcı olabilir. Doğadışı, doğaüstü bir şeyler var mı? Var. Bir mağara. O mağarada neler oluyor? Bir nükleer santral. Tüm kasabayı derinden etkileyen bir kapalı kutu.
Bir kısmı 2019, bir kısmı 1986’da geçen, 50’lere de uzanan dizinin ilk cümlesi zaten zamana dair. Zamanı düz bir çizgi gibi düşünürseniz bir şeylerin başlayıp bittiğini kabul edersiniz. Ama bu geçmişten geleceğe giden çizginin iki ucunu birleştirirseniz her şey değişir.
“80’ler en büyük ilham kaynağımızdı”
Kimilerine göre “Dark”, dünyada büyük ilgi gören “Stranger Things”in yetişkinlere hitap eden, Alman eli değmiş hayli “karanlık” bir versiyonu. Sanırım bu cümle bile benim gibi nordik polisiye ve gerilim türünü sevenleri gıdıklayacak bir cümle. Netflix’in 200 ülkede aynı anda izlenecek ilk
Mavi pamuklu kumaştan yapılan, boru kesimli Levi’s 501, gençlerin giyim kuşamındaki “kutsal kâse”ydi. Batı tipi jean pantolonlar giymek başkaldırı sayılıyordu. Çoğu insan içinse bu sadece stil sahibi ve havalı olmanın bir yoluydu. Levi’s 501 ülkede sadece lüks mağazalarda bulunuyordu ve fiyatı çok yüksekti. Genellikle kaçak olarak getiriliyor ve el altından pazarlanıyordu.
Bunları Berlin’deki DDR (Demokratik Almanya Cumhuriyeti) müzesinde, o dönemin havasını bire bir yansıtan tipik bir Doğu Alman genç odasının duvarında asılı 501’in arka cebindeki etikete yazmışlar. Sanki Doğu Bloku değil, sanki Doğu Almanya değil 70’lerin, 80’lerin Türkiye’sinden bahsediyorlar.
Levi’s 501’in bir dönem Türkiye’deki anlamını anlatmaya kalksam ben de aynı cümlelerle anlatırdım. Tam bir statü nesnesiydi. 501’i olanlar ve olmayanlar. Bir dönem Wrangler marka jean’ler de modaydı ama 501 gibi sükse yapmadı hiçbir marka. Her yerde bulunmayan, el altından satılan bir şeydi. Bunlardan bir tane bulan bayram ederdi. Kapalıçarşı’da bazı dükkânlarda olurdu ve elbette kaçak getirilirdi. Tıpkı o dönemin efsane spor ayakkabıları Nike Legend, Nike Air, Adidas Top Ten, muhtelif beyaz Reebok’lar, Amarican Eagle’lar
Belediyecilik çöp toplamak, pankartla bayram kutlamak demek değil. Hizmet yelpazesini çağa uygun olarak güncellemek lazım. Kadıköy’de bu yönde bir gelişme var...
Başta plazalar cazipti. Plazada çalışmak önemliydi havalıydı. Ardından butik işletmelerle birlikte butik ofisler geldi. Butik butik takılmak da kasınca bu sefer “bilgisayarım neredeyse ofisim orası” furyası başladı. Şezlongtan çalışmanın nimetlerini anlatan yazılar dergileri, hafta sonu eklerini doldurdu. Ama hayat durmaz. Hep yenilik ister. O da sıkmaya başladı. İmdada kafeler yetişti.
Üçüncü nesil kahveciler, artizan ekmekçiler, tatlıcılar, doğal ürünler sunan köşe başı yemekçiler mahalleleri işgal etti ve -evet bildiniz- kafeden çalışma, kafede kitap yazma, kafede toplantı yapma, kafede brain storming dönemi geldi. Plaza ofislerinde çalışanlar bile haftanın belli günleri kafelerde özel odalara ihtiyaç duyunca bu uygulama da başladı. Kafelerde kiralık odalar. Fakat kafelerin de trend eğrisi inişe geçince plazadan şezlonga, oradan kafede prizin yanındaki masaya çökmüş insanlar “ya aslında kendimize ait ufak bir yerimiz olaydı iyiydi” demeye başladılar. Ancak bu trend yolculuğu ve üçüncü nesil mekanlar emlak fiyatlarını