Ailece çıkılan ve katıldığım en son tatilde ufacık çocuktum. Geçen hafta ailece gittiğimiz tatilde rolüm farklıydı. Karım ve kızımla yollara düştük. Bu defa babaydım. Baba olarak ilk tatilim.
Tatilde babayı hemen tanırsınız. Elinde ve sırtında çantalar, sırta atılmış değişik boyutlarda havlular, tişörtler, can simidi, top, muhtelif şişme oyuncaklar, plastik kova, kürek, damperli kamyonla (Leyla onsuz bir yere gitmiyor) sıcağın altında bir yerden bir yere gitmeye çalışan kişiye kısaca baba diyoruz. Babanın tatili de zaten işte o eşyaları yüklenip bir yerden bir yere giderken yaşanan mücadele esnasında geçen birkaç dakikada yaşanıyor. Çünkü odadan sahile ya da sahilden odaya ve yemeğe giderken yaşanan o yüklü, zorlu ama dingin dakikalar olmasa babanın tatili tam bir ağır çalışma ve işçilik kampıdır.
Cepli tişört giyenleri, tişörtlerin cebine neden “baba cebi” dendiğini de baba olarak ilk defa çıktığım bu aile tatilimizde anlamış oldum. Karım bana çok şık bu diyerek bir tişört hediye etti. Tatilde giymemi istedi. Niyeti bu muydu bilmiyorum ama bu sayede bir aydınlanma yaşadım. İlk kez cepli bir tişört giydim. Babalık cepli tişört giymektir. Çünkü bütün eşyanız ve ihtiyacınız işte o cebe sığmaktadır. Sigara, kalem, cüzdan, telefon. Ben sigara içmediğimden, iki telefon sığdırdım bu cebe. Leyla’nın bezlerinin arasındaki güvenli bölgeye de bir Kindle atabilmeyi başardığımdan, kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü Leyla’nın deniz kıyısına gitmesi, denize girmekten vazgeçerek geri gelmesi ve şezlonguma tırmanıp göğsüme oturmasına kadar geçen sürelerde kitap okuyabildim.
Küçük çocukla tatile çıktığınızda çocukların bol olduğu yerlere gitmek istiyorsunuz. Eskiden bir çeşit kâbus ya da başa gelen ve derhal bertaraf edilmesi gereken büyük bir talihsizlik olarak algıladığınız “çocuk ağlaması ya da çığlığı”, kulağıma müzik gibi geliyor. Çünkü çocuğunuz olduğunda en büyük stres ve endişeniz onun ağlaması değil, onun ağlamasıyla asılan suratlar, rahatsızca sağa sola dönen kelleler ve belli belirsiz yükselen cık cıklar, yargılayan bakışlar. İtiraf etmeliyim, kimseden bugüne kadar kötü bir davranış görmedik. Genellikle Türk insanı çocuklara bayılıyor. Ama bayılmayanı da çok. İşte stres yerleşmiş bünyeye, aman çocuk ağlamasın aman şimdi rahatsız olacaklar. Aman herkes bize bakıyor.
Halbuki tatil için seçtiğimiz her şey dâhil güzide tatil beldemizde böyle sorunlar yok. Burası eskiden olsa dünyanın en sıkıcı yeri olarak göreceğim, bir dakika durmadan derhal koşarak kaçacağım bir yer. Ama işte şimdi ben buraya bayılıyorum. Çünkü çocuk kabul ediliyor. Her yer çocuk. Sizinki ya da başka bir çocuk mutlaka ayaklarınızı dibinde, şezlongunuzun çevresinde dolanıyor, zıplıyor. Ağlamak, haykırmak, çığlık atmak, altına işemek, kusmak, kaka serbest. Kimse bunlar için sizi ve çocuğunuzu yargılamıyor. Kakalı bezler anlayışlı gülümsemelerle elden ele imece usulü çöpe gönderiliyor. Burası mükemmel bir yer.
Açık büfe gözüme hiç bu kadar şahane görünmemişti. Tatilde açık büfeli yerlere giden biri değilim ama artık açık büfeye tapıyorum. Yemek pişirme, yemek sipariş etme, yemeğin zamanında gelmesi endişesi, sofrada aç aç ağlayan bir çocuk, “ama kenarında da bilmem ne olsun içinde de bilmem ne olmasın bunu çocuk yiyecek”ler yok. Tabağa dilediğini dilediğin kombinasyonda, dilediğin kadar koyuyorsun. Öyle lokal yerler bulalım, filancanın şu yemeği harikaymış oraya gidelim, bilmem nerede gün batımına bakalım falan, çocuklu tatil böyle bir şey değil. Çocuklu tatil cepli tişört, sırtlanan bolca çanta ve bavul, torba, açık büfe, normal yemek, şanslıysanız birkaç saat de deliksiz uykudur. Ve elbette dudağının kenarında hafif bir gülümsemeyle kendini dışarıdan izlemek, bütün bu hallerden tarifsiz bir mutluluk duymak.