Varşova’dan bildiriyorum. Karşıdan karşıya geçmek için yolun kenarına geldiğimde aşırı strese giriyorum ben bu şehirde. Çünkü arabalar, cipler, otobüsler cart diye duruyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Kaç defa hiç öyle bir niyetim olmamasına rağmen yolun karşısına geçmek zorunda kaldım. Sırf yola yakın durup Google Maps’i kurcaladım diye karşıya geçip duruyorum.
Koskoca otobüs durmuş, şöför ve yolcular bana bakıyor. Ben karşıya geçeceğim diye bekliyorlar. Kimseden gık çıkmıyor. Otobüsün arkasındaki arabalar uslu uslu durmakta. Camı açıp kafasını şöför camından çıkarıp ileriye doğru atarlanan dahi yok. Kornaya da basmıyorlar. Nasıl insan bunlar? Onlar adına ben buram buram terliyorum. Telefonu utançla cebime koyup aceleyle karşıya geçiyorum.
Eve gidecekken evden uzaklaşıyorum bazen. Bir keresinde karşıya geçe geçe nehir kıyısına geldim. İyi de oldu. Araba falan yok strese girmeden rahat rahat yürüdüm. Buradaki acelesizlik, beni strese sokuyor.
Kimsenin acelesi yok. Kimse koşturmuyor. Kimse gideceği yere daha hızlı gitmeye çalışmıyor. Herkes gideceği yere, oraya ne kadar sürede gidilecekse o kadar sürede gitmek istiyor. Daha çabuk değil. Bu konuda ortak bir ön kabul var. Herkes her yere zamanında gidiyor ama acele etmiyor. Bu ön kabul ile evlerinden çıkıyorlar. Bu ön kabul ile yaya geçidinde karşıdan karşıya geçiyorlar. Markette alışverişlerini bu ön kabul ile yapıyorlar.
Geçen gün kitap okuyarak yürüyen bir adam gördüm. Yol yaya geçidine denk gelince hiç yavaşlamadan, acele etmeden, kafasını da kaldırmadan adımını attı ve karşıya geçti. Arabalar zaten onun geldiğini görüp durmuştu. Varşova’da arabaların yayalara yol verme alışkanlığı bu derece uygulanıyor. Adamın arabalara ve kurallara uyulacağına dair güveni beni etkilemedi desem yalan.
Acelesizlik sadece yolda kendini gösteren bir şey değil. Marketteki kasada kuyruk ne kadar uzarsa uzasın kimse acele etmiyor. Hiç kimse öflemiyor. Bir kere öflendi. Öfleyen Amerikalıydı. Anlayışla baktım adama. Ben de öfledim hatta gaza gelip. Özlemişim. Anladık birbirimizi.
Restoranda garsonlar hiç acele etmiyor. Kimse koşarak gelip daha son lokma ağzımızdayken tabakları alıp götürmüyor. Sipariş verene kadar iki yıl geçiyor bu ülkede. Yemekten sonra hesabın gelmesi için bir iki yıl daha. Etrafıma bakıyorum. Herkes bir yemeğin ne kadar süreceği konusunda hemfikir. Sadece biz rahatsızız. Huzursuzca bir an önce bir şeylere kavuşmak istiyoruz. Önce sipariş vermek için sonra siparişin gelmesi için, sonra yemeği yemek için, ardından da hesap için hep acelemiz var.
Nereye yetişeceğiz bilmiyorum. Yemek de zehir oluyor zaten. Ben son dönem bıraktım kendimi. Yemekler daha lezzetli olmaya başladı.
Acelecilik bana giderek daha fazla batmaya başladı. Artık uçak tekerlekleri yere koyar koymaz çıkır çıkır çözülen kemerleri, haldır huldur kalkmaya çalışanları, uçak daha yanaşmadan derhal bağıra çağıra önemli telefon konuşmaları yapanları, ayağa kalkıp kafasını bagaj kapağına dayayarak iki büklüm kapının açılmasını bekleyenleri, kapı açılınca öncekilere öfleyip pöfleyeleri yadırgamaya başladım. Bunlar bana daha az normal geliyor. Hatta bayağı garip geliyor.
Bu dünyada sadece bizim acelemiz var. Bunun bilimsel kültürel açıklaması da vardır tabii ki. Neden acele ediyoruz biz? Ama aceleye gerek yok. Onu da başka hafta konuşuruz. Ya da konuşmayız.