2006 Dünya Kupası’na gitmeden önce Polonya Milli Takımı’nda dikkat çeken genç yıldız adayı olarak Pawel Brozek gösteriliyordu. Tüm alt yaş gruplarında forma giyip kendisini göstermiş bir santrfor olarak Polonya’nın yeniden yükselişinin önemli bir parçası olabilirdi.
Kabul etmek gerekir ki ne o kupada ne de sonrasında Brozek’in performansı onu küresel anlamda tanınan bir oyuncu yapmadı. 27 yaşındaki santrfor 23 A Milli Takım maçından sadece 5 gol çıkarabildi ve bunlardan sadece biri resmi maçlardaydı.
Kardeş Piotr Brozek ise tüm sol kanatta oynayabiliyor. Uluslararası anlamda kardeşinin de gerisinde olsa da Trabzonspor’un elindeki en iyi sol kanat savunma alternatifi olacağı kesin.
Pawel ve Piotr Brozek’i çok fazla seyrettiğimi söylersem yalan olur. Seyrettiğim 2-3 maçta aklımda kalan bir performansları yoktu. Ayrıca bölgeyi iyi bilen yabancı meslektaşlarımdan da çok yüksek bir görüş almadım.
Öte yandan bu transferin oyunculardan çok teknik heyetle ilgili olduğunu düşünüyorum. Eldeki nitelik ve nicelik açısından son derece kısıtlı kadrodan maksimumu alabilen Şenol Güneş varken, çok iyi bildiğiniz oyuncular hakkında konuşurken bile dikkat etmek gerekir.
Brozek
En ‘sorun’lu Batuhan Karadeniz
Daha önce sorunlu yıldızlarımız olmuştu. At yarışı meraklıları, kumar severler, gece kuşları, hız düşkünleri vs.
Ancak Batuhan kadar geniş bir yelpazede sorun çıkaran bir oyuncuya herhalde ne biz ne de dünya yüzündeki başka bir ligde kolay kolay rastlanmaz. Batuhan her hafta yeni bir yüzüyle karşımıza çıkıyor. ‘Kırmızı ışıkta geçerim’ abiden, gollük pası vermeyip ‘kral yapmayacaksın kral olacaksın’a kadar. Maçtan önce gece sabah 3’de şehrin en kalabalık gece kulübünde rahatça dolaşmalar. Milli maçta penaltıyı atacağı yeri gösterip gerçekten oraya atıp kaçırmalar. Rakip savunmanın ayağını kırma yoluyla markajdan kurtulmalara kadar.
Batuhan’la ilginç gerçek ise her hafta başka bir yönüyle karşımıza çıkması ve fakat hiç şaşırmamamız. Ve ne olursa olsun sempatik kalabilmesi (yoksa sadece bana mı öyle geliyor).
Onun için çıkış yolu tıpkı Burak Yılmaz ve Engin’de olduğu gibi Şenol Güneş tedrisatı olabilir! Çok geçmeden, çok geç olmadan...
Kaleci: Onur. Şenol Güneş sonrası takıma girer girmez yaptığı inanılmaz performansla kalede rakipsiz. Onu bu kadar iyi yapan aslında tartışmalı denebilecek bir savunmanın arkasında parlaması. Ya da onlarla birlikte yükselmesi demeli. Egemen, Giray, Serkan ve Cale isimlerini kağıda yazdığınızda endişeden başka bir şey hissetmiyorsunuz, ama sahadayken hiç de öyle değil. Bu 5’li Güneş’le hep beraber yükseliyor.
Savunma: Serkan, Ömer Erdoğan, Egemen, Üzülmez
Hepsi teker teker yeniden doğuş gösterisi sergiliyor. Ömer geçen yılın en değerli futbolcusuydu. Bu sene Şampiyonlar Ligi’ndeki ağır faturaya rağmen lige hâlâ tutunabildilerse kaptanın hem savunma, hem hücum hem de moral alanda tam bir liderlik performansı gösterişinden.
Serkan Gençlerbirliği günlerinden bile ileride. Artık hem bir savunma beki hem de hücumun parçası olarak şahane oynuyor. (Gökhan ve Hilbert’e biraz ayıp oldu, ama onlardan birini buraya yazsam Serkan’a çok daha ayıp olurdu)
Egemen’in yaptığı iş de taktire şayan. Önünde bir ön stoper olmadan oynuyor. Arkasında ya da yanında parlak kariyerli yıldız oyuncular yok. Üstüne takım önde oynamayı seviyor. O da yerel bir Puyol gibi arkayı süpürüyor.
Üzülmez’in
Schuster’in ligdeki genel oyun anlayışıyla ilgili şikayetlerinde tamamen haksız olduğunu söyleyemeyiz. Hele de daha 2 dakika dolmadan 2 faule maruz kalan Quaresma’nın durumu ortadayken.
Ancak herhalde Alman Hoca, takımının genel anlamda lig konsantrasyonuyla ilgili bir sorun yaşadığını da kabul edecektir.
Taktik disiplin açısından özellikle ilk yarıda oynanan oyun, eksiklerle açıklanamaz bir seviyedeydi. Böylesine bir durgunluk rakibin genel oyun stratejisiyle vs de açıklanamaz.
Zira Antep, Olcan’la golü buldu... Ve ardından çok daha sert, çok daha savunmacıyken Beşiktaş, Avrupa’dan tanıdık oyun konsantrasyonuna kavuştu.
Orta sahanın ortasında Necip, Ernst, Guti ideal 3’lüsünden biri dahi yokken rakibi hiç döndürmeyip sürekli iki kanada servis yapmayı başardılar. Bastılar, kontratak şansı vermeden oyuna hakim oldular. Beraberliği yakaladıktan sonra da baskı seviyesini artırabildiler. Guti yoktu, Bobo yoktu, Ernst yoktu, ama Avrupa seviyesinde baskı vardı. Bu oyunu gördükten sonra şunu söylememiz mümkün:
Evet, Türkiye’de bir futbol anlayışı krizi var, ama bu şikayet edilecek değil, yararlanılacak bir durum. Bunu ispatlayan da bizzat yediği golden sonra oyun konsantrasyonunu
Misimoviç’i kadro dışı bıraktığı günden bu yana bu soruyu soruyorum kendime. Teknik Direktör Hagi’nin elinde Gheorghe Hagi olsa sahaya sürer miydi?
Kesin cevabı bulamıyorum.
Hagi maçın kaderini tek bir harekette değiştiren, her şeyi yapabilen akıldışı yıldızdı. Bir orta saha oyuncusu olarak 485 maçta 242 gol atabilmişti.
Takımı hep daha üst seviyeye çeken bir lokomotifti.
Tabii eğer ona istediği şartlar sağlanıyorsa...
Başarılı olduğu hemen her yerde hep takım tarafından da taşınan bir yıldızdı. Misal Galatasaray’da ve Rumen Milli Takımı’nda sol çizgiye gidip, dakikalarca kendisini unutturmasına izin verilen bir virtüözdü.
Düşünüyorum! Teknik adam Hagi, futbolcu Hagi’ye böyle bir hak tanır mıydı? Emin olamıyorum.
Fenerbahçe ilk yarı deplasmanlarını dün itibarıyla bitirdi. 8 maçın 6’sını İstanbul dışında oynadı ve bunlarda sadece bir galibiyet alabildi. Konyaspor’a karşı.
İç sahada sadece derbilerde beraberlik almış, geri kalan tüm maçlarını kazanmış bir takımdan bahsediyoruz. Sami Yen’deki Kasımpaşa ve Olimpiyat’taki İBB maçlarını da buna katabiliriz.
Bu tabloda ortaya çıkan şu ki; Fenerbahçe seyircisi kendi takımını, rakibi ve hakemleri baskı altına almadıkça bu takımın maç kazanması çok güç.
Bu neden olabilir?
Fenerbahçe içeride ve dışarıda sürekli bir set oyunuyla oynamaya çalışıyor. Dün de bunu yapmak istedi. Rakip doğal olarak 8 oyuncuyla iki kademede ceza sahası önüne yığılıyor.
Fenerbahçe içeride oynarken özellikle ilk yarılarda Alex ve Niang’ın yanına fazlasıyla ekstra adam sokuyorlar. Emre ve Cristian da dahil olmak üzere herkes hareketli oynuyor. Dolayısıyla rakip savunmanın sabit olarak kontrol edemeyeceği bir hareketli yapı ortaya çıkıyor. Ama dışarıda Gökhan Gönül dışında kimseler 3. bölgeye gitmiyor. Hareketli pas oyunu sıfırlanıyor.
Alex kalabalıktan kaçıyor. Niang kalabalıkta kaybolduğu için top almaya geri geliyor. Ancak arkadan hiçbir sürpriz oyuncu bu bölgeye
Adnan Polat hafta içinde Divan’da yaptığı açıklamada ‘Tek sorun futbol’ demişti. Futbol dışında her şeyin yolunda olduğunun altını çiziyordu.
Geçen hafta ligde sadece 1 galibiyet alabilmiş, Fenerbahçe’den 6, Trabzonspor’dan 7 yemiş Kasımpaşa’ya karşı alınan galibiyetin şaşkın sevinci sonrası ilginç bir açıklamaydı bu. Kuruluş amacı ve ana faaliyet alanındaki derin problemi anlatmak için can sıkıcı bir cümle. Polat muhtemelen gelecek için herkesi rahatlatmaya yönelik olarak söylemişti ama pek öyle olmadı.
Dün Ali Sami Yen’in tribünlerine veda etmek için maça gelenler, başkanlarını, onun açıklamaları seviyesinden selamladı: 'El salla, el salla, Adnan Polat el salla.'
Zira Galatasaray ligde deplasman galibiyeti olmayan Gençlerbirliği’ne, deplasmanda sadece 5 gol atabilmiş Ankaralılara 2-0 yenildi.
Galatasaray yeni bir stat yapmaya karar verdiğinde, Ali Sami Yen’e veda maçının böyle bir atmosferde, böyle bir performansla ve böyle bir lig pozisyonuyla oynayacağını herhalde kimse tahmin etmemiştir.
Hele de seyircinin kendi oyuncuları ve başkanıyla dalga geçen tezahüratlarla stada veda edeceğini...
Bu maçın teknik analizini yapmak zor ve son derece de gereksiz.
Beşiktaş’ın orta sahada yaptığı erken baskı Volkan’ın oyundan atılışıyla başladı. Bundan sonra sadece rakip 10 kişi kaldığı için değil, Beşiktaş, Bursa orta sahasının yüzünü kaleye döndürmediği için son şampiyon istediği seviyeye çıkmadı.
Bursa önde oynamak istiyor, ama orta saha baskısıyla bunu yapamıyordu.
Sezon başında gördüğümüz ve hayran olduğumuz bu baskı Schuster’in, Beşiktaş’a yerleştirmek istediği en önemli silah.
Beşiktaş her ne kadar uzun süredir sahalarda olmasalar da öndeki becerikli oyuncularını ve Guti’yi gerçek bir silaha çevirmek için bu baskıyı yapmak zorunda. Geride bekleyerek bu silahtan tam olarak yararlanamaz.
Çünkü ancak bu sayede Guti, Quaresma ve Bobo’yu sürekli oyunun içinde tutup, rakip için başağrıtıcı bir güce ulaşabiliyorlar (Hatta son dönemdeki üstün formuyla Hilbert’i de bu hücum gücünün içinde dahil edebiliriz).
Aksi taktirde, Türkiye’deki genel kanıya uyarsak oyun merkezi geri çekilecek ve iki temel durum oluşacak:
1-Bu oyuncuları oyunun içinde sürekli olarak tutamayacak ve soğutacak, dolayısıyla rakip için daha kolay kontrol edilebilir ve birbirinden kopuk olacaksınız.