Hikmet Karaman’ın Trabzonspor maçındaki oyun anlayışı bu maç için de ideal bir plandı. Aynen uyguladı. Öncelikle Yiğit ve Mehmet Güven’in orta saha potansiyelinin bu ligin oldukça ilerisinde oluşu, onun bu planını daha uygulanabilir kılıyor. Bu ikiliye soğukkanlı bir şekilde topa sahip olup dağıtabilen Murat Erdoğan’ın tecrübesi de katılınca üst düzey bir orta saha oluştu. Belki topu daha fazla tutan Beşiktaş gibi gözüktü ama orta saha kontrolü Eren oyundan atılana kadar istisnasız her an Manisa’daydı...
Karaman’ın bu plandaki asıl başarısı ise Promise’den oyun disiplinine sonuna kadar bağlı bir sağ kanat oyuncusu yaratmak. Simpson bir kenarda Isaac Promise diğer kenarda 4-5-1/4-3-3 varyasyonunun temel değişkenleri oldular. Hem savunmada hem hücum hattında Beşiktaş’ı zorladılar.
Ortada disiplinli, birbirine yakın boş alan bırakmayan bir takım olunca, Beşiktaş topu kanatlara taşımak istedi. Böyle olunca da Isaac ve Simpson’ın iki yönlü oyununa takıldılar. Az pozisyon buldular ve arkada açık yakalandılar.
İyi işleyen fevkalade bir takımdılar. Hikmet Karaman ve oyuncularını tebrik etmek lazım.
Orta sahada sıkıntı varSchuster ise standart 4-3-3’ünü 4-1-3-2’ye çevirmiş, Fink’i
Almanya sonrası Azerbaycan maçındaki oyun sorununun sadece teknik direktör tercihlerinde, sistemde, dizilişte olmadığını gösteriyor. Sorun çok daha büyük. Maalesef bu seviyede bizi başarıya taşıyacak bir form durumunda olan oyuncumuz yok. Tamamen Hamit'in şahsi çabası, tek başına oyunuyla olmuyor. Bugünün küresel futbolunda bu form Azerbaycan'a bile yetmiyor.
Dün ilk yarı oyun 0-0 iken korkunç yerleşim hatalarından akıl almaz bir kontratak pozisyonu yedik. Maçı o anda kaybedebilirdik. Sadece bu pozisyon üzerine bile saatlerce tartışmak lazım.
On bir açıklandığında ilk görünen çoğunlukla kendi takımında forma giyemeyen oyuncuların çokluğuydu. Hücum gücünün neredeyse tamamı bu şekilde. İlk on birde Volkan, Emre, Selçuk İnan dışında takımında direkt oynayan, pozisyonunun tartışmasız bir numarası olan oyuncu yok. Ancak Hiddink'e ‘neden bunlar sahada’ diye de sorma hakkımız yok. Çünkü elimizde daha iyilerinin olmadığını biliyoruz. İlk yarıda Hamit ve Gökhan ile bulduğumuz pozisyonlar göbekten verkaçla geldi. Hiçbir kanat organizasyonu, çizgiye inerek yaptığımız gol girişimi yok. Dolayısıyla rakip kaleye sırtı dönük bir şekilde bizi rahatlıkla kontrol edebildi.
Savunmayı hiç dağıtamadık
Guus Hiddink, Rusya’da 4 yıl görev yaptı. Kendi verdiği rakamlarla Rusya’da uyuduğu gece sayısı 90. Son yılında şubat ayından itibaren ise bırakın Rusya’da kalmayı, Londra’da Chelsea’yi çalıştırdı. Dolayısıyla bu dönemde Rusya’ya neredeyse hiç uğramadı. Yarı finalde Iniesta’nın 93. dakikadaki golüye elenişlerini unutmak ne mümkün. Yani bu kadar da hafızasız olamayız.
Rusya bu dönemde evinde 11 resmi maç yaptı. Kaynaklarım beni yanıltmıyorsa 5 de hazırlık maçı. Toplam 16 maç. Rusya’da geçirilen zaman 90 gün. Maç başına ortalama 5-6 gün eder. Bugünden farklı değil.
Biraz daha geri dönelim. Hiddink, G.Kore’yle Dünya Kupası’nda yarı final oynadıktan sonra evine döndü. PSV Eindhoven’a...
Alman Milli Takımı’nı bu kadar problemli bir şekilde yakalamak zor. Takımın aklının neredeyse yarısı olan Schweinsteiger yok. Oyuncuların çoğu yorgun ve formsuz... Dünya Kupası ritminden çok uzaktalar. Ancak biz daha problemliyiz. Arda yok. Yerinde oynayan oyuncu az. Takımın isyankârı Tuncay formsuz.
Bu şartlar altında Hiddink’in planının çok kötü olduğunu söyleyemem... Aurelio’yu üçüncü stoper (ön stoper) olarak kullanıp Almanya’nın dörtlü hareketli hücumunu durdurmak... Ve nispeten topa sahip olan bir orta sahayla (Emre-Hamit-Nuri) top çevirip oyunun ritmini düşürmek.
Aurelio oyundan çıkana kadar bu planı işlettik. Ancak tecrübeli oyuncu sakatlanınca Hiddink yerine Toroman’ı alıp planını devam ettirmek yerine dizilişi olduğu gibi değiştirdi. Emre ve Nuri’yi ön liberoya çekti. Bunun iki kötü sonucu oldu. Defansif olarak oyundan düştük. Almanya’nın hücum dörtlüsü hareketlendi. Orta sahada top yapamadık. Oyun merkezi kalemize yaklaştı. Bu durumdan Almanya’nın kendisini hiç zorlamadan yararlandığını söylemeliyiz.
İkinci yarı Nuri oyundan çıktıktan sonraysa denge tamamen dağıldı. Halbuki bu kadar risk almak yerine ikili averajda 1-0’ın da kötü bir sonuç olmadığını düşünmemiz
Joachim Löw'ün basın toplantısında Alman gazetecilerin kadro ile ilgili sordukları sorulardan da anlaşılacağı üzere, iki tarafın da aklı karışık. Bizde Arda'nın, onlarda da Schweinsteiger ve Ballack'ın sakatlıkları sadece kadro seçimi ile ilgili soru işaretlerini ortaya koymuyor, oyun dizilişlerinin hatta sistemlerinin de değişebileceğini gösteriyor.
Almanya'nın en önemli tercihi Schweinsteiger'in yerine oynayacak futbolcu. Löw, Müller'i orada oynatırsa bu çok tehlikeli yıldızın gol bölgesindeki etkinliğini azaltabilir. Genç forvet kanatta oynadığında kontrol edilmesi çok zor bir oyuncu. Hele de bizim sol kanattaki sıkıntılarımız düşünüldüğünde. Hiddink, eğer Nuri'yi sahaya sürüp, orta sahamızı Aurelio, Emre ve Nuri'den oluşturursa Hamit'in de yardımıyla bu bölgeye hakim olmak, topa sahip ve dirençli bir orta saha ile mücadele etmek mümkün olacak.
Almanya'nın hücumda rahat top çevirdiğini ve böyle olduğunda rahatlıkla pozisyon bulabildiğini biliyoruz. Eğer orada bir direnç oluşturabilirsek şansları eşitleyebiliriz. Aksi halde oyunu hücum merkezine taşıyan milliler çok
zorluk çekeceklerdir.
Almanya’ya gidiyoruz. Pasaportta vize var, ama yurtdışına çıkıyormuşuz gibi hissetmiyorum. Almanya’ya sempatim bir yana, oradaki bizimkilere sempatim daha başka.
Bu yüzden hiç yabancı bir yere gidiyormuş gibi hissetmedim Almanya’ya giderken. Yine öyle...
Nasıl Batı Berlin, SSCB etki alanında duvarlarla çevrili bir ayrı bölgeydi. Sanki Berlin de bugün bizim için öyle. Köln gibi, Münih gibi ve Gelsenkirchen gibi...
Dün takımın Berlin’e inişini görmüşsünüzdür. Karşılayanların yarattığı kalabalığı... Kreuzberg’deki Türk sayısı, Bilecik’tekinden fazla mıdır? Mümkün! Ve o kalabalık, bildiğin bayram yaşıyor.
Seyrederken hep aklıma gelen bir daha kafamı kurcalıyor. Ya bizim ülkemizde bir milli takım böyle karşılansa... Kim bilir neler hissederiz! Kim bilir Almanlar neler hissediyor! Hayır onlar için üzüldüğüm yok! Sadece empati...
Karşılayanların belki tamamı Almanya doğumlu. Belki yarısının babası da Almanya doğumlu. Herkesin cebinde Alman pasaportu var. Daha enteresanı karşıladıkları takımda Almanya’da doğmuş tam 7 oyuncu var.
İkinci yarıdan başlamak lazım sanırım. Schuster, Ernst’i oyundan alıp Bobo’yu sahaya sürdü. Kazanmak için hücumu kuvvetlendirmek arzusundaydı. Halbuki Şenol Güneş devre arasında Yattara’yı çıkarıp Ceyhun’u almıştı. Bununla yetinmeyip sonrasında, Barış’ı da, zorunlu bir stoper değişikliği nedeniyle de olsa sahaya sürdü. Orta sahasını iyice kalabalıklaştırdı.
Beşiktaş’ın ise orta sahası boşaldı. Alman hoca bir yönüyle haklı olabilir. Çünkü Trabzonspor’un korkulacak bir hücum gücüyle sahada olmadığını düşünüyordu. Zira Burak ve Teofilo bir ofsaytta kalma yarışı içindeydiler. Daha önce görülmemiş şekilde. Sanki ofsayt kuralı dün çıkmış, kimse de özellikle Burak’a haber vermemiş gibi...
İlk yarıda da Engin’in de içinde olduğu bu üçlü birbirleriyle, orta sahalarıyla, rakip savunmayla ve kaleciyle, ofsayt çizgisiyle tamamen ilgisizdiler. Onları işleten sadece Yattara’ydı. O oyundan çıkınca da çok fazla bir tehdit kalmadı. Dolayısıyla orta sahayı yumuşatıp savunmayı sadece savunmacılara bırakmakta bir sorun görmedi. Ancak zaten maç başından buyana topu ileri taşımakta çektikleri sıkıntı Ernst’in oyundan çıkışıyla iyice büyüdü. Neredeyse bu güçleri sıfırlandı. Aurelio savunmanın
Fenerbahçe’nin gole kadarki genel oyun yapısı, ‘Vurun kaleci tecrübesiz!’ taktiğine dayanıyor gibiydi. Eksik Gençlerbirliği’ni sahasına hapsetmeyi başardılar. İki kanadı da ileri çıkartıp orta saha oyuncularının tamamını da hücuma katan bir düzenle başladılar. Rakibe kelepçeyi taktılar, ancak ceza sahası çevresine yığılan rakip savunmayı dağıtacak bir organizasyon peşinde koşmaktan daha çok şut denediler. Gençlerbirliği’nin sınırları zorlayan bir sertlikle ‘yıldırma’ politikası peşinde koşması da organizasyon anlamında onları zorladı tabii.
Yani özetle, şeklen bir büyük takımın olması gerektiği gibi sahaya yerleştiler, ama sebep ne olursa olsun topu bu yapının hak ettiği gibi kullanmadılar. Bu yapıda sağladıkları yarar, Alex’i sürekli oyunun içinde tutmak oldu. Oyunun boyu uzamayınca Brezilyalı yıldız da az efor sarfederek topa daha fazla sahip olabildi.
Bu tip bir oyun iyi işlemediğinde zamanla özellikle savunma oyuncularında bir uyku hali yaratabilir. Doll’un planında da sanırım bu vardı. Fenerbahçe’nin yumuşak karnı olan sol kanadını zorlamaya başladıkları dakikalarda, o bölgenin tartışmalı oyuncusu Caner, Niang’ı maçta ceza sahası içinde topla buluşturan ilk oyuncu oldu.