<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Davos'ta da yoğun biçimde Çin konusunun gündeme geldiğini basında okuduk. Çin öteden beri dünyanın en nüfuslu ülkesi olarak bilinir. Ancak son zamanlarda Çin dünyanın en büyük ekonomisine sahip olma yolunda. Çünkü Çin uyguladığı ekonomi politikaları akılcı, planlı bir dışa açılma ve serbestleşme stratejisi izliyor.
Güneydoğu Asya krizi çıktığında bölgede Çin'in tüm rakipleri devalüasyon yapmış, IMF de bu yönde öneride bulunmuş, ancak Çin direnmişti. IMF yanıldı, Çin haklı çıktı. Şimdi Çin giderek daha zengin bir ülke oluyor. Belki de bu dev ülke bir süper güç olacak.
Çin'de fiyatlar serbest bırakılırken enflasyon da kıpırdadı. Ancak bu kısa sürdü. Son yıllarda hiç yaşanmadı desek yeri var. Asıl Çin'in etkileyici performansı ise yatırımlarda. Son on yılda Çin'de yatırımlar milli gelirin yüzde 37'sine dayanıyor. 2003 yılında ise bunun yüzde 42 olması bekleniyor. Bununla beraber Çinliler son derece tasarrufçu. Milli gelirin yüzde 43'ü kadar tasarruf yapıyorlar.
En küçük para birimi şu anda 50 bin lira gözüküyor. Bu denli küçük para birimi olunca altı sıfır atmak mümkün değil. Başka bir alt para birimi gerekiyor. Bunun da çözümü malum. Eski kuruşu geri getirmek. Böylece bin lira artık bir kuruş olarak değiştirilecek. En küçük para birimi olan 50 bin lira da 5 kuruş olacak.Enflasyonu önlemez, aksineParadan sıfır atma elbette enflasyonu azaltan bir önlem değil. Sadece bir kolaylık. Malum paranın üç işlevi var: Biri tedavül aracı, diğeri ölçü birimi olma, bir diğeri de değer saklama. Büyük para birimleri hem tedavül aracı olarak, hem değer saklama aracı olarak işlev görüyor. Ancak bu tür büyük birimli paralar bir süre sonra ölçü birimi olmakta zorlanıyor. Ve tüketici de fiyat duyarlığını yitiriyor.Büyük para birimlerinden küçük para birimlerine geçişin enflasyonla ilintisi olmamasına rağmen, yuvarlama dediğimiz süreç oluşuyor. Mesela 1 milyon 445 bin lira olan bir mal küçük para birimine geçince 1 lira 44.5 kuruş etmesi gerekiyor. Ama yeni para biriminde bu 45 kuruş olarak geçiyor. Böylece fiyatlar yukarı doğru ayarlanmış oluyor. Böylece bir defalığına da olsa enflasyon yukarı doğru fırlıyor. Tabii sonra bu etki ortadan kalkıyor.Avrupada
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
2005 yılına gelindiğinde Türk lirasından altı sıfır atılmış olacak. Böylece bir milyon lira, bir lira, beş milyon lira beş lira olacak. En büyük para birimi olan yirmi milyon lira da yirmi lira olacak.
En küçük para birimi şu anda 50 bin lira gözüküyor. Bu denli küçük para birimi olunca altı sıfır atmak mümkün değil. Başka bir alt para birimi gerekiyor. Bunun da çözümü malum. Eski kuruşu geri getirmek. Böylece bin lira artık bir kuruş olarak değiştirilecek. En küçük para birimi olan 50 bin lira da 5 kuruş olacak.
Enflasyonu önlemez, aksine
Paradan sıfır atma elbette enflasyonu azaltan bir önlem değil. Sadece bir kolaylık. Malum paranın üç işlevi var: Biri tedavül aracı, diğeri ölçü birimi olma, bir diğeri de değer saklama. Büyük para birimleri hem tedavül aracı olarak, hem değer saklama aracı olarak işlev görüyor. Ancak bu tür büyük birimli paralar bir süre sonra ölçü birimi olmakta zorlanıyor. Ve tüketici de fiyat duyarlığını yitiriyor.
Büyük para birimlerinden küçük para birimlerine geçişin enflasyonla ilintisi olmamasına rağmen, yuvarlama dediğimiz süreç oluşuyor. Mesela 1 milyon 445 bin lira olan bir mal küçük para birimine geçince 1 lira
Uzun yıllar önce Karl Marks dini afyon olarak nitelemişti. Çünkü ona göre din emekçi sınıfların sömürüldüğünün farkına varmasını, yani sınıf bilincinin gelişmesini engelliyordu. Aynı düşünce doğrultusu sürdürülürse; dinsiz olunca sınıf bilinci rahatlıkla gelişiyor! Oysa isyanların çoğu inançlı, dindar toplumlarda gelişiyor.Ancak konu gerçekten ilginç. Geçenlerde Amerikanın itibarlı araştırma kuruluşu NBER de bu konuyla ilgili bir araştırma yayımladı. Robert Barro ve Rachel McCleary tarafından ele alınan "Din ve Ekonomik Büyüme" başlıklı bu çalışmada, 1981 ve 1999 arasında ele alınan 6 araştırma yer alıyor. 59 ülkeyi ve genellikle de Hıristiyan ülkeleri kapsayan çalışmada kiliseye gitme sıklığı dindarlık kriteri olarak ele alınıyor.Araştırmanın ilk bulguları dindarlığın eğitimle ve çocuk sahibi olmakla doğrudan, kentleşmeyle ise ters yönde ilişkili olduğunu gösteriyor. Toparlanırsa araştırmanın iddiasına göre dindarlık ekonomik kalkınma ile ters çalışıyor, çatışıyor.Eğer devlet belli bir dini destekliyorsa, o dinin güçlenmesi sağlanmış oluyor. Ancak dinin belli düzenlemeler altına sokulması, hatta baskı altında tutulması dindarlığın zaman içinde kaybolmasına neden oluyor.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Bu soru bazı modern kesimler tarafından sık sık tartışılır. Müslüman ülkelerin geri kalmışlığına bakarak bazen İslamın geri kalmışlık yarattığı savunulur. Hatırlıyorum; yazarımız Meral Tamer de bu konuyla ilgili bir dizi yapmış, tartışmaları sütununa taşımıştı.
Uzun yıllar önce Karl Marks dini afyon olarak nitelemişti. Çünkü ona göre din emekçi sınıfların sömürüldüğünün farkına varmasını, yani sınıf bilincinin gelişmesini engelliyordu. Aynı düşünce doğrultusu sürdürülürse; dinsiz olunca sınıf bilinci rahatlıkla gelişiyor! Oysa isyanların çoğu inançlı, dindar toplumlarda gelişiyor.
Ancak konu gerçekten ilginç. Geçenlerde Amerika'nın itibarlı araştırma kuruluşu NBER de bu konuyla ilgili bir araştırma yayımladı. Robert Barro ve Rachel McCleary tarafından ele alınan "Din ve Ekonomik Büyüme" başlıklı bu çalışmada, 1981 ve 1999 arasında ele alınan 6 araştırma yer alıyor. 59 ülkeyi ve genellikle de Hıristiyan ülkeleri kapsayan çalışmada kiliseye gitme sıklığı dindarlık kriteri olarak ele alınıyor.
Araştırmanın ilk bulguları dindarlığın eğitimle ve çocuk sahibi olmakla doğrudan, kentleşmeyle ise ters yönde ilişkili olduğunu gösteriyor. Toparlanırsa
Ancak eleştirilecek çok yön var. Ve bu eleştiriler yapılmazsa, hatalardan dönmek, yahut da daha iyisini yapmak mümkün olmaz. Nitekim, parlamenter düzenin temeli budur; muhalefet adı gibi sürekli eleştirir.Birincisi, 2001 krizinden bu yana tam üç yıl geçti. Az değil. Bu süreçte krizin yan etkilerinin tamamıyla ortadan kalkması gerekirdi. Oysa olumsuzluklar hâlâ sürüyor. Krizlerde faktör fiyatlarının, özellikle reel ücretlerin düşmesiyle rekabet gücü artar ve üretim düzeyi yükselir.Bizde beklenti oydu. Fakat verimlilik artışlarına, yani üretimin artmasına rağmen, işsizlik hâlâ artıyor. Çünkü özel kesimdeki yatırımlar hâlâ çok düşük. Ve biliyoruz ki, işsizlik olgusu sosyal demokrat kesim için adeta bir oy artırma mekanizması. Ne yazık ki bu mekanizma kullanılamıyor. Aksine sosyal demokratların bir kısmı şimdi, yaşam düzeyi sorunundan çok, yaşam biçimi tartışmalarına giriyor.Sigortasız çalışan sayısı ülkemizde son bir yıldır azalmadı. Aksine arttı. Ana muhalefet CHPnin bu gelişmeye tepki göstermesi gerekirken, CHP kayıtsız kalıyor. Oysa bir yandan işsizlik, diğer yandan da sosyal güvenlikteki ağır mali yük bu sistemi çökertiyor. Sosyal sigorta sisteminin hem kamuya olan yükü artıyor,
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
IMF tarafından önerilen ve halen uygulanan ekonomik program teknik olarak başarıyla sürüyor. Belki de bu nedenle, önceki kaptan, CHP'nin Genel Başkan Yardımcısı Derviş Meclis'teki bütçe konuşmasında programı sert biçimde eleştirmekten kaçındı. Kaldı ki, şöyle düşünenler de var; bu program teknik olarak düzgün gittiğine göre, neresi eleştirilebilir ki?
Ancak eleştirilecek çok yön var. Ve bu eleştiriler yapılmazsa, hatalardan dönmek, yahut da daha iyisini yapmak mümkün olmaz. Nitekim, parlamenter düzenin temeli budur; muhalefet adı gibi sürekli eleştirir.
Birincisi, 2001 krizinden bu yana tam üç yıl geçti. Az değil. Bu süreçte krizin yan etkilerinin tamamıyla ortadan kalkması gerekirdi. Oysa olumsuzluklar hâlâ sürüyor. Krizlerde faktör fiyatlarının, özellikle reel ücretlerin düşmesiyle rekabet gücü artar ve üretim düzeyi yükselir.
Bizde beklenti oydu. Fakat verimlilik artışlarına, yani üretimin artmasına rağmen, işsizlik hâlâ artıyor. Çünkü özel kesimdeki yatırımlar hâlâ çok düşük. Ve biliyoruz ki, işsizlik olgusu sosyal demokrat kesim için adeta bir oy artırma mekanizması. Ne yazık ki bu mekanizma kullanılamıyor. Aksine sosyal demokratların bir kısmı
Öğrendiğimize göre, IMF 2004 yılında dünya petrol fiyatlarında düşüş bekliyor. Bu düşüş tüketiciye yansıtıldığında Hazine önemli bir gelir kaybına uğruyor. Çünkü miktar olarak daha az vergi toplanmış oluyor. Bugüne kadar yapılan ayarlamaların vergi kaybına neden olması nedeniyle IMF akaryakıt fiyatlarındaki ÖTVnin artırılmasını talep ediyor. Kaldı ki, akaryakıt fiyatlarındaki ayarlamalar sadece ÖTV gelirini değil, KDV ve matrah artışı gibi kalemleri de etkiliyor. Kısacası, ÖTV ve akaryakıt kullanımını IMF vergi toplamanın bir aracı olarak görüyor.IMFnin itirazlarını dikkate alan ekonomi yönetimi ise ek önleme gerek kalmadan IMFyi ikna yollarını arıyor. Özellikle 2004 bütçesinin çok muhafazakar biçimde hesaplandığını savunarak ek önlemlerden kaçınıyor. Dün haberlerde IMFnin hükümetten 3 katrilyon liralık ek önlem istediği ve bu kapsamda ek vergi ile ÖTV (Özel Tüketim Vergisi) artışı talep ettiği belirtiliyor, bunun gerekçesi olarak da dünya petrol fiyatlarındaki artış gösteriliyordu. Ancak hükümet inandırıcı değil. Dün Milliyet gazetesinin manşeti ilginçti: "Bu Dervişin programı değil." Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacana göre Dervişin programında zorunlu tasarruflara