Hurşit Güneş

Hurşit Güneş

hgunes@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı



Bu soru bazı modern kesimler tarafından sık sık tartışılır. Müslüman ülkelerin geri kalmışlığına bakarak bazen İslamın geri kalmışlık yarattığı savunulur. Hatırlıyorum; yazarımız Meral Tamer de bu konuyla ilgili bir dizi yapmış, tartışmaları sütununa taşımıştı.
Uzun yıllar önce Karl Marks dini afyon olarak nitelemişti. Çünkü ona göre din emekçi sınıfların sömürüldüğünün farkına varmasını, yani sınıf bilincinin gelişmesini engelliyordu. Aynı düşünce doğrultusu sürdürülürse; dinsiz olunca sınıf bilinci rahatlıkla gelişiyor! Oysa isyanların çoğu inançlı, dindar toplumlarda gelişiyor.
Ancak konu gerçekten ilginç. Geçenlerde Amerika'nın itibarlı araştırma kuruluşu NBER de bu konuyla ilgili bir araştırma yayımladı. Robert Barro ve Rachel McCleary tarafından ele alınan "Din ve Ekonomik Büyüme" başlıklı bu çalışmada, 1981 ve 1999 arasında ele alınan 6 araştırma yer alıyor. 59 ülkeyi ve genellikle de Hıristiyan ülkeleri kapsayan çalışmada kiliseye gitme sıklığı dindarlık kriteri olarak ele alınıyor.
Araştırmanın ilk bulguları dindarlığın eğitimle ve çocuk sahibi olmakla doğrudan, kentleşmeyle ise ters yönde ilişkili olduğunu gösteriyor. Toparlanırsa araştırmanın iddiasına göre dindarlık ekonomik kalkınma ile ters çalışıyor, çatışıyor.
Eğer devlet belli bir dini destekliyorsa, o dinin güçlenmesi sağlanmış oluyor. Ancak dinin belli düzenlemeler altına sokulması, hatta baskı altında tutulması dindarlığın zaman içinde kaybolmasına neden oluyor. Araştırmacılar komünist Rusya'yı buna örnek gösteriyor.
Eğer ülke içinde birden fazla din varsa dindarlık artıyormuş. Düşük çeşitlilik (pluralizm) olan ülkeler genellikle İspanya, Portekiz, İtalya, Belçika, İrlanda ve Latin Amerika'nın büyük kısmı gibi Katolik ülkeler, İskandinavya, Ortodoks Yunanistan, Müslüman Pakistan ve Türkiye gibi ülkelerden oluşurken, yüksek çeşitlilik arz eden ülkeler ABD, Almanya, Hollanda, İsviçre, Singapur ve Güney Afrika'dan oluşuyor.
Araştırmacılar kiliseye gitme oranının ekonomik büyümeyi engellediği sonucuna varıyorlar. Öte yandan, yine imana yönelik; cennet, cehennem ve öteki yaşam gibi inançların ise ekonomik büyümeyi artırdığını gözlemişler. Kısacası, ekonomik büyüme ait olma duygusundan çok inançlardan besleniyor. Bu da Karl Marks'ın iddiasını çürütüyor. Fakat ilginçtir, araştırma sonuçlarına göre cehennem korkusu, büyüme konusunda, cennet inancından çok daha etkili görünüyor. Bununla beraber, araştırma dinin ekonomik büyüme üzerindeki etkilerine bakarken, tersini hiç irdelemiyor. Oysa ekonomik büyüme hızlandıkça toplumsal yapıda belli değişimler yaşanıyor.
Araştırmanın sonucu şöyle özetlenebilir: İnanç, ekonomik büyüme sağlasa da ibadet azaltıyor. Yani iman tazelendikçe büyüme desteklenmiş oluyor, ama ibadete zaman ayırdıkça çalışmaya vakit azalmış oluyor. Bu tipik pozitivist yaklaşım elbette bazı kesimlerin hoşuna gitmeyebilir.
Ancak biz bu tartışmayı tümüyle anlamsız buluyoruz. Çünkü aynı dini yapıya sahip ülkelerin kalkınma farklılıkları bu yöntemle açıklanamıyor. Mesela, Kuveyt başka gelir düzeyine, Sudan başka gelir düzeyine sahip. Dolayısıyla, büyümeyi ekonomik parametrelerle açıklamak en doğrusu. Üstelik din bir inanç sistemi ve çoğu insan zenginlik için inançlarından fedakarlık etmeyecektir.