Rusya lideri Putin’in Doğu Akdeniz ve Libya siyasetinin rasyonelden uzak olduğundan yakındım hafta başında. Fakat bir kere daha düşünürseniz, Putin sonuçta bir kişi! Canı isterse her gün fikir değiştirebilir!
Peki ya 27 üyeli, kralları, kraliçeleri, başkanları, yarı başkanları, başbakanları ile koca Avrupa Birliği’nin turizm kararına ne demeli?
AB’ye Çin’e, Cezayir’e, Gürcistan’a turizm için sınırlarını neden açtı diye sormak doğru değil; o ülkeler de tatile çıkacak Avrupalıları bekliyorlar. Ama Türkiye de bekliyor. Eğer bir Alman Fransa’ya veya İtalya’ya gidebiliyorsa, pekâlâ Türkiye’ye de gelebilir. Türkiye’de tahmini hesaplarla 84 milyon kişi yaşıyor; Fransa’da 65 milyon. Başından beri Türkiye’de bir milyon kişide 2 bin 439 kişi Kovid-19’a yakalanırken, Fransa’da 2 bin 558 kişi hastalandı. İtalya’yı zikretmek bile gerekmez.
Türkiye de turizm konusundaki bunca acelesine rağmen, sınırlarını ve otellerini bütün dünyaya açmış değil. Bu sayı çok yavaş
Elbette Rusya Federasyonu haber alma örgütlerinin elindeki bilgileri bilmiyoruz. Bu bilgileri Federasyonun hangi kurumunun nasıl değerlendirdiğini de bilmiyoruz. Sadece görünürde attıkları adımları, duyduğumuz açıklamaları değerlendiriyoruz. Öyle de olsa, başka türlü de olsa, ortada mantık diye bir şey var; Rusya’nın olduğunu varsayabileceğimiz çıkarları var. Hepsini bir araya getirdiğiniz zaman Putin’in Libya siyasetinin ülkesinin çıkarlarına ve Orta Doğu’nun uzun vadeli bir istikrara kavuşmasına uygun olmadığı sonucuna varmak zor değil.
ABD ve Avrupalı ortaklarının, önce icat ettikleri Arap Baharı senaryosu ile parçaladıkları, sonra tayin ettikleri oyuncularla geliştirdikleri iç savaş kurgusu, bugün nerede ise “İki Libya” olgusuyla sona ermek üzere. Aslında “üzereydi”, çünkü Türkiye tek başına bu oyunu bozdu. BM’nin tanıdığı taraf olan Ulusal Mutabakat Hükumeti, Türkiye’nin istihbarat ve lojistik desteği sayesinde, isyancı General Halife Hafter’e karşı mutlak bir mağlubiyetten kurtulmuş
‘Türkiye’ye Libya’daki faaliyetinden dolayı cezalandırıcı uygulama gerekir.” Bu sözler Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a aitti ve Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hami Aksoy tarafından, diplomatik nezaket geleneği içinde ama çok ağır bir nitelemeyle reddedilmişti: “Akıl tutulması.”
Bu ifade yabancı medya tarafından Güneş veya Ay tutulmasında kullanılan “eclipse” kelimesiyle çevrildi. Macron’un Fransa’da geçen hafta sonu yapılan yerel seçimleri kaybetmesini yorumlayanlar, bunu hükümetin koronavirüsü salgını sürecini kötü idare etmesi ve ülkeyi tam seçimler öncesi Libya konusunda gereksiz bir tutuma sürüklemesiyle açıklıyorlar. Bazı yorumcular, Macron’un üç yıl önceki başkanlık seçimini “eski siyasetçilerin” “emperyalist Avrupalı” tutumundan bıkan genç seçmenlerin arayışı sayesinde kazandığını, ancak seçimlerde çizdiği yeni nesil siyasetçi imajının çok çabuk silindiğini
1 Temmuz kara ve kritik bir gün. İsrail, 1967’de, Arap komşularının açtığı beceriksiz savaştan sonra ele geçirdiği Ürdün ve Filistin topraklarının yüzde 30 kadarını ilhak edecek. Başbakan Netanyahu, Haziran başında 1967 savaşında ele geçirilen toprakların tamamının ilhak edileceğini açıklamıştı; ancak bu kararını uygulayamadı.
Bunun birkaç sebebi var: koalisyon ortağı ve başbakanlığı değişmeli şekilde yürütecek olan Benjamin Gantz, merkezci seçmenlere yaptığı ihaneti daha da ağırlaştırmamak kaygısıyla, bütüncül bir ilhaka evet diyemedi. Gantz, güya Netanyahu’nun şiddet ve hatta savaş yanlısı siyasetinden bıkan İsrail halkının aradığı, beklediği barışın temsilcisi olacaktı. Bu sebeple bir yıldan beri, yapılan sonuçsuz seçimlerde, “İsrail’in Dayanıklılığı” isimli partisi Netanyahu’nun partisinden fazla oy aldı. Ancak bu oylar Netanyahu’nun ittifakını yenmeye yetmedi ve Gantz “ülkeyi hükümetsiz bırakmamak” iddiasıyla, dönüşümlü başbakanlığı kabul etti.
İsrail halkının uğradığı birçok
Kalabalıkların akli kararlar alması ve uygulaması imkânsızdır. Hele kalabalığın içinde öfkeleri farklı sebeplere dayanan gruplar varsa. Nitekim ABD’de bir siyah Amerikalının polis şiddeti sonucu ölmesinin yol açtığı tepkiler, protesto hareketi ve onu çizgisinden saptıran şiddet olayları, yağmacılık ve polis aleyhtarlığı sonunda, Seattle kentinde dört beş caddeyi içine alan bir işgal hareketine ve birbiriyle ilgisi olmayan tarihi şahsiyetlerin heykellerinin tahribine indirgendi.
Sanat eserlerini, dini imgeleri (ikonları) yerle bir eden, ikonoklast denilen hareket hiçbir zaman son bulmamıştır. Belirli bir felsefe çevresinde toplanmış insanların “ikon kırıcılığı”, bu imgelerin temsil ettiği tarihsel veya toplumsal değerler gözden düştükçe yeniden hortladı. Ancak sanki hiçbir zaman şu son bir ay içindeki kadar anlamsız ve nefret körükleyen tarzda olmadı. Radikal gruplar Churchill heykellerini kırıyorlar ama Churchill’in inşa ettiği emperyalizm, onun bugüne hâkim ırkçılığı sömürüyle, savaşla ve en önemlisi İslam
Bu şahıs hakkında daha önce birkaç kez fikrimi beyan ettim. Bir kere getirildiği göreve neden getirildiğine dair anlaşılmaz durumu İngilizce bir makale ile sorguladım. Sonra Türkiye’ye karşı en basit tanımıyla ilgisiz, ama gerçek ifadesiyle düşmanca şeyler söylediğinde de bu köşede görüşlerimi sundum. Hatırlarsınız, bir keresinde İsrail’e gitmiş ve orada iken daha sonra geleceği Türkiye ile ilgili abuk-sabuk şeyler söylemişti.
İleri görüş filan değil, ama siyasal kariyerine Bush’un savaşlarının mimarı olarak atılmış bir adamın Trump’a hiç yarar getirmeyeceği belliydi. Üstelik John Bolton’ın Trump’a ve ABD’ye vereceği zarar henüz bitmedi. Bu zat, fok balığı bıyıklarını sıvazlayarak Jared Kushner’a kelime-kelime dikte ettiği, sözüm ona Orta Doğu barışı uygulanmaya kalkarsa sadece Filistin, Golan Tepeleri ve Kudüs yanmakla kalmayacak. Bütün İslam dünyası ortasından ikiye bölünecek.
Bolton Türkiye’ye karşı çok ama çok büyük ayıplar yaptı; bu ayıpların çoğu Erdoğan
Amerika’da bizde karşılığı bulunmayan bir terim vardır: “The Law of the Land.” Çok şekilde çevrilebilir ama bir Amerikalının kastettiği anlam “Bu toprakların hukuku” şeklindedir. Yani, “Bu ülkeye ayak bastığın zaman bu yasasa, kararnameye, yönetmeliğe tabisin.” Amerikalılar özellikle yasaya aykırı davranışın sınırını çizecekleri ve muhatapların dikkatini çekecekleri zaman, yasa-kararname filan demezler, doğrudan “Law of the land” diye girerler.
Hafta içinde HDP’nin ABD’deki bürosunun başındaki Giran Özcan isimli zat, TRT World siyasal danışmanlarından Yusuf Erim ve gazeteci İdris Kardaş’ın sosyal medya paylaşımlarından anlaşıldığına göre, partisini resmen temsil ettiği ülkenin yasasını ihlal ederek, PKK’nın bir terör örgütü olmadığını ilan eden paylaşımlar yapmakta sakınca görmedi. PKK, ABD yasalarına göre bir terör örgütüdür. ABD Göçmenlik ve Yurttaşlık Yasası’nın 219’uncu maddesi, Dışişleri Bakanlığı’na, her yıl uluslararası terör
Rutgers Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Sahar Aziz, El Cezire televizyonu ve Web sitesindeki kavrama alanı geniş yorumları ile dikkat çeken bir kişi. Gerçi bu yorumlardan birden fazlası benim fikren destekleyeceğim kişilere karşı veya benim karşı çıkabileceğim kişilere destek anlamına geliyorsa da mesele analizin aklî ve sonucun zeki bir çıkarsamaya dayanmasıdır.
Ne var ki Prof. Aziz, iki gün önce ANTİFA hareketini ele alan ve Trump’ın bu hareketi “iç terör örgütü” ilan etme kararını kınayan yazısında, ne akla yatkın bir analiz yapıyor; ne de zekâ taşan bir sonuca varıyor. Sahar Aziz, özetle, “Eğer yönetici konumundaki siyasetçiler, beğenmedikleri hareketleri terör örgütü ilan ederse nereye varırız?” diye soruyor.
ANTİFA’yı anlatmadan söze “Her başkan sevmediği örgütü susturursa” diye başlarsanız varacağınız nokta elbette demokrasi yanlısı herkesin olumlaması mümkün bir nokta olur: “ifade özgürlüğünü korumak gerektiği”