ABD’den söz ediyorum ve özellikle Demokrat Parti’ye bakınca görüyorum ki, partinin nispeten ortada olan liberalleri dahil, nerede ise bütün milletvekilleri ve senatörleri, ülkede ırkçılığı protesto kisvesi altında sürmekte olan şiddet eylemlerine açıkça destek vermekte sakınca görmüyorlar. Oysa, ABD’de iki ana parti, biri sağda, diğeri solda şemsiye rolü oynamakla birlikte, hiçbir vakit merkezden fazla ayrılmamışlardı.
Bu eğilimi bütün batı dünyasını kapsayan bir olgu olarak görmek için henüz erken. Ancak, Almanya ve İngiltere’de de protesto eylemleri, giderek daha radikal mesajlar içeriyor ve Avrupa’da da “sola kayma” akımını göreceğimiz kuşkusunu güçlendiriyor.
ABD’de iki başlı merkezin yok olmaya başlaması bir önceki Başkan Obama ile başladı. Ülke siyasetinde ırkçılığa son vermek için atılmış en ciddi adım, Afrika kökenli bir Amerikalıyı başkan yapmak olacaktı. Nitekim, Obama, sadece bu cesur adamı atan Demokrat Parti’nin geleneksel oyunu almakla kalmadı,
Yunanistan’ın Türkiye’ye kafa tutması ilk kez olmuyor. Gazeteciliğin zamanımızdaki piri, Altan Öymen ile 1974 Haziran’ında nerede ise bir ay birlikte izlediğimiz Karakas Deniz Hukuku Konferansında Yunan heyetinin benzeri çıkışlarına tanık olmuştuk. Türkiye’den bir taş atımı uzaklıktaki Meis adasının bile Türkiye ile aynı uzunlukta karasuyuna, kıta sahanlığına ve münhasır ekonomik bölgeye sahip olduğunu ciddiyetle savunan Yunanistan bu görüşlerini nerede ise tüm konferansa kabul ettirmişti. Bunun kısmen düzeltilmesi gerçi daha sonraki konferanslarda sağlandı ama yine de ortaya çarpık ve Türkiye’nin çıkarlarına aykırı bir metin çıkmış oldu.
Bu çarpıklığı iki şeye borçluyuz:
1. Türkiye’nin Karakas heyetinin başkanı Dışişleri Bakanlığı genel sekreteri merhum İsmail Erez’in, Sn. Öymen’in kanaatinin aksine, bence çok dikkatli olmayan katılımı.
2. ABD’nin modern deniz hukukunun oluşumunda, kendi ada devleti statüsünü, tarihi sular ve tarihsel haklar konusunda, örneğin Ege, Adriyatik ve Güney
Dostumuz ve müttefikimiz ABD, resmi olarak Lozan’da yoktu; anlaşmaya taraf da değildi. ABD’nin taraf olduğu tek anlaşma (ki onun da hukuken ve fiilen hükmü hiç olmamıştır) Sevr’dir. O kadar ki ABD Başkanı Woodrow Wilson, bu anlaşmaya bir Ermenistan ve Kürdistan kurulması için harita çizerek katkıda bulunmuştur. Sevr’i masada uygulatamayınca ABD, Yunanistan’ı Batı Türkiye’yi işgal etmeye teşvik ve tahrik etmiş ve Yunan askerlerini kendi gemileriyle İzmir’e çıkartmıştır.
Dolayısıyla, hafta içinde ABD’nin, Lozan’a göre silahtan arındırılmış bölge olan Dedeağaç’a helikopterleri, tankları ve askerleriyle çıkartma yapıp, üs kurmaya başlamasının Lozan’a değil, ama Sevr’e uygun olduğunu söyleyebiliriz!
ABD, başında bir başkan olmadığı için, şu anda Bush artığı NeoCon’lar, 1 Mart tezkeresinin reddinden bu yana Türkiye’ye adeta düşman olan silahlı kuvvetler unsurları ve derin devletin dediklerini yapmanın ülke yönetimi olduğunu sanan ama asli işi emlak yönetiminden ibaret birtakım Trump
Mustafa Kemal Atatürk’ün, batılıların anladığı anlamda bir biyografi yazarı yoktur. Bu tanıma yaklaşan ilk kişi, Tek Adam kitabının yazarı merhum Şevket Süreyya Aydemir’dir. Aydemir, ortaya 1500 sayfalık bir eser çıkartmıştı. Dahası bu kitap için yaptığı araştırma ile ona yakın uzunlukta bir de İkinci Adam adlı İnönü biyografisi çıkartmıştı. Ancak, inanılır ki, Aydemir bu araştırmalarında yazdıklarından beş, on katı belgeyi-bilgiyi elde etti ancak bunları yayınlamadı.
Aydemir, bu araştırmalarıyla ilgili olarak sadece merhum Abdi İpekçi’yle konuşmuştu. İpekçi, Aydemir’le, Kasım 1975’de son bir konuşma yapmış ve bunun uzunca bir bölümü Milliyet’te yayınlamıştı. Bu konuşmada iki nokta vardır ki hem Atatürk hem de Aydemir hakkında çok şey söyler. Birincisi:
“Atatürk kendi aksiyonunun, kendi eyleminin hesabını Büyük Nutuk’ta verir. Ama bu Büyük Nutuk da ancak siyasî bir vesikadır. … Zamanın icap ve zaruretlerine göre, Nutuk’ta yer almış şeyler vardır ki, bunların üzerinde tartışılabilir.
Avrupa Birliği, tehlikeli bir dönemeci döndü mü? Dönemedi mi? Tam belli değil. Dört günlük zirve, Fransa ve Macaristan’ın tehdidine rağmen, Merkel’in istediği gibi sonuçlandı.
Koronavirüs salgınında, hatırlarsanız, AB’yi gerçek bir “Avrupa Birleşik Devletleri” sanan operet hükümetleri, sağlık, savunma hatta maliye işlerini Brüksel’deki birtakım bürokratların üstlerine yıkmış olmaları sonucu, inanılmaz faturalar ödediler ve ödettiler. İtalya, İspanya, İngiltere ve Fransa’da salgın o kadar geniş boyutlara vardı ki Çin ve İran’ı geride bıraktılar. Birbirlerinin siparişi olan solunum cihazlarına, maskelerine ve ilaçlarına el koymaya kadar varan acıklı durumlara düştüler. Koca Avrupa ülkelerinde, hastane koridorlarında yatan yoğun bakım hastalarının fotoğraflarını gördük. Ölenlerin çöp torbalarıyla gömüldüklerine ilişkin videoları izledik.
Tabii bu durum üç aşağı beş yukarı diğer AB ülkelerinde de tekrarlandı. Sonuç: Avrupa’nın tarihinde
Eskiler, hep kötü haber verenlere “şeamet tellalı” derlerdi. [Bu suretle baykuş ve karga şeametin, merkep hamakatın, domuz pisliğin, kaz belahatın, aslan cesaretin timsali olmuştur--Ahmet Hâşim] Modern psikoloji de sürekli olumsuzluktan söz etmenin, insanın kendi kendisini etkilemesine, olumsuzluk beklentisine girmesine yol açacağı uyarısında bulunuyor.
Fakat rakamlar da yalan söylemiyor! Korona Virüs, bitti dediğimiz sırada, çoğu ülkede yeniden üstelik Mart-Nisan şiddetiyle geri geldiği açıkça belli. İspanya, bu afeti Çin ve İtalya’dan sonra en ağır kayıpla atlatan üçüncü ülke idi; ama son iki hafta İspanya’da yeni vaka sayısı o kadar yükseldi ki, üç büyük bölgede 10 kişiden kalabalık toplantılar yeniden yasaklandı, huzurevlerine ziyaretçi kabulü durduruldu, halka hayati önemde değilse, sokağa çıkmama çağrısı yapılıyor.
İran aynı şekilde: son on gün içinde yoğun bakıma kaldırılan yeni Kovid-19 hastası sayısı tekrar yüzlerle değil binlerle artmaya başladı. Her gün
Seha L. Meray hocamızın devlet hukukunu anlatırken kullandığı, aktarmaya çalıştığım “hükümranlık” ilkesinin dışarıya karşı beyan edildiğini belirtmemiz lazım. Devletin dışarıya karşı hukuku açısından bir sorun olmadığı örneğin Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Verşinin’in “Ayasofya Türkiye’nin iç meselesidir” sözüyle bunu ifade etmiş oldu.
Bir de meselenin içeriye bakan tarafı olmalı. CHP sözcüsü Sayın Faik Öztrak, “Yıkılmış Osmanlı hukuku” ve “yok olup gitmiş padişah iradesi” kavramlarına yer verdiği açıklamasıyla, (parti genel başkanının itiraz etmeyeceklerini ifade ettiği) Ayasofya’nın “açılmasına” bir tür hukuksuzluk atfetmiş olması, meselenin “iç hukuk” boyutuna önem kazandırmış oldu.
Danıştay 10’ncu Dairesi’nin 2595 sayılı kararında, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2007’de aldığı 310 sayılı kanuna gönderme yapılıyor. Yargıtay’ın artık yasa hükmünde olan bu kararına göre, genç Cumhuriyet’in İsviçre Medeni Kanunu
Devletler Hukuku hocamız Seha L. Meray’dı. Hani “Boyu kadar kitap yazmış” denir ya... Seha hocanın kitaplarını üst üste koysanız, eminim boyunu aşardı. İlk dersine “Arkadaşlar, anayasa yapamıyorsanız, devletiniz yok demektir,” diye başlamış ve oradan hükümranlık ve bağımsızlık ilişkilerine geçmiş ve birinci sınıfın sonunda sınıfı dolduran bir yığın genç kadın ve erkeği, egemen bir ülkesi, anayasası ve devleti olmanın bilincine kavuşturmuştu.
Devlet öyle sokakta bulunmuş bir şey değildi artık o sınıftaki kişiler için. Birleşmiş Milletler üyesiydik çünkü devletimiz, yani uluslararası hukukumuz vardı. İstediğimiz anlaşmaya girer, istemediğimiz zaman çıkabilirdik. Devlet, hükümranlık demekti, bağımsızlık demekti. Seha hocanın ifadesiyle, “Anayasan vardı; yasaların vardı ve bunların çizdiği çerçevede istediğini yapabilirdin.”
Mesela Trump’ın Dünya Sağlık Örgütünden, BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO’dan, filanca ülkelerle yapılan ticaret antlaşmasından