Komünist rejimlerin ortak özelliklerinden biri, rejimler, hükumet adamlarına söyletemediklerini, favori gazetecilerine, diktatörle sık sık baş başa yemekler yiyen, lider yaz tatilinde iken onu “daça”sında ziyaret eden köşe yazarlarına sahip olmalarıydı. Bu Sovyetler Birliği’nde, Çin’de, Küba’da ve bütün Doğu Avrupa’da böyleydi. Bugün bunun yerini “imtiyazlı gruplar” aldı. Eskinin asık suratlı parti şefinin yerini “popülist diktatör” tipi aldı; buzları kırarak denize giren bu siyasetçilerin hoparlörü olan gazeteciler değil, devlet adına istediğini söyleyebilen etnik grupları var. Ne kadar diktatör de olsa, bunların da kamuoyu desteğine ihtiyaç duydukları anlar oluyor sonuçta!
Örneğin Çin’de Uygurlar nasıl ikinci sınıf muamelesi görüyorsa, Han etnik grubu da modern dönemlerin en ayrıcalıklı etnik grubu oldu. Sovyetler zamanında da günümüzde de Rusya’da ise ayrıcalıklı etnik grup, Ermeniler olageldi. Bugün de Rusya, adeta Ermenistan’ın
En son, ilk açan çiçek öldü. Tunus’ta halk 2010’un son günlerinde Zeynel Abidin Bin Ali’nin keyfi yönetimine ve yolsuzluklara, ülkede birkaç aile dışında herkesi kapsamış olan yoksulluğa karşı sadece 23 gün direndi ve 23 yıllık diktatörlüğü yıktı. Zeynel Abidin önce Suudi Arabistan’a kaçtı, istifa etti; üç yıl önce de öldü.
Ne romantik söylemler üretildi bu 23 gün üzerine. Yasemin Devrimi, Aralık Devrimi denildi. Kendini yakarak devrimi başlatan seyyar satıcı Muhammed’in filmleri yapıldı, türküleri yakıldı. Ancak gerçek biraz farklıydı. İki yıl sonra, Tunus Ulusal Diyalog Dörtlüsü adıyla bir grup oluşturuldu ve bir uzlaşma anayasası hazırlandı. Sözüm ona bir demokrasi dönemi başlatan bu anayasaya göre yapılan seçimler Harekât-ün Nahda (Rönesans Hareketi) ittifakını (sonra parti oldu) hükümete getirdi.
Anayasaya “güya demokratik” denilmesinin sebebi, hafta başında, Cumhurbaşkanı Kays Said’in, Nahda hükümetini
Taliban sözcüsü Süheyl Şahin, Amerikalılar gibi ağzının bir sağından bir solundan konuşmaya bayılıyor. Katar’da yapılan görüşmelere de katıldığı için bir sözcüden daha fazla rolü olduğu ve ABD kuvvetleri tamamen çekildikten sonra önemli görevlere getirileceği de anlaşılan Şahin, bir “Türk askerleri de Amerikalılar gibi geri çekilmelidir” diyor; bir “Taliban, Eşref Ghani’den sonra bir milli uzlaşma hükumeti kurulmasını istiyor” diyor. Belli ki Taliban, bu iki ifade arasındaki çelişkiyi görmüyor.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve Pakistanlı mevkidaşı Şah Mahmud Kureyşi kısa bir süre önce Afganistan Dışişleri Bakanı Muhammed Hanif Atmar ile yaptıkları görüşmeden sonra, Taliban’a milli uzlaşı hükumeti için görüşmelerin, Türkiye ve Pakistan tarafından düzenlenebileceğini bildirdiler. Başka bir ifade ile, Eşref Ghani hükumeti, Afganistan’da ABD’nin yerle bir ettiği sosyal ve siyasal düzeni yeniden inşa etmek için Türkiye ve Pakistan’ın
Gazeteci-yazar soruyor: Devlet olmanın koşulu külliye mi?” Bir başkası, Kıbrıs Türklerinin sorunlarını sıraladıktan sonra bunların çözümü için sürpriz beklerken…” diye devam ediyor. Bir eski siyasetçi “Devletin ihtişamı bina ile ölçülmez” diye ahkam kesiyor.
Savaşta olduğu gibi, diplomaside de amaç, karşı tarafa kendi iradeni kabul ettirmektir. Nasıl savaşta bunun gereği, karşı tarafa yeterince kuvvetli olduğunu göstermekse, diplomaside de taraflar yeteri kadar kararlı olduklarını göstermek zorundadırlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geniş bir heyetle Kıbrıs’ın 20 Temmuz kutlamasına katılması ve burada yaptığı açıklamalar bir bütün olarak kararlılık açısından taşıdığı anlam ile ele alınmalıdır.
Böyle bir anlam, ancak kararın arkasında Türkiye’nin yekvücut olması, ABD sözcülerinden, AB’li komisyon başkanlarına kadar, geviş getirir gibi tekrarladıkları “İki toplumlu, iki bölgeli federasyon” formülünün artık tarihe karıştığını tek bir dille ilan etmekle kazanılır.
Yerli-yaba
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (K’lardan birini kullanmadığımı fark etmiş olmalısınız) Cumhurbaşkanı Erdoğan yarın bir veya birkaç sürpriz açıklayacak.
Devlet adamlarının sürprizleri genellikle önceden bilinir veya doğruya yakın tahmin edilir. Bunlar, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti karasularında doğalgaz bulunduğu veya Maraş bölgesinin tamamen açılması, dost ve kardeş bir ya da iki ülkenin Kıbrıs Türklerini tanıması, hatta adada kalıcı askeri üs kurulması ise sevindirici haberler olur.
Cenevre’de Nisan sonunda yapılan görüşmelerde, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’e Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin, kesin bir dille ifade ettiği üzere, Kıbrıs Rumlarının ve Yunanistan’ın bir kere değil, iki kere yok ettikleri sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” yeniden yaratılamaz. O defter kapandı.
Her ne kadar BM, AB ve--üstüne ne vazife ise--ABD) bunu kabul etmemekte direniyorlarsa da BM’nin “Kıbrıs Görüşmeleri” denen toplantıları dört yıldır yapmaması, bu kadar aradan sonra yapılan toplantının da sadece birkaç saat sürmesi,
Bugün 15 Temmuz’un yıl dönümü. Sevinçle yâd edilmesi gereken, darbeden iradesine sahip çıkan halkımız sayesinde kurtulmuş olmamız. 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü ve 28 Şubat’ı hatırlayanlar, Türkiye’nin bu en uzun 48 saatinde 248 şehit ve 2196 yaralının bizi ne gibi kanlı bilançolardan kurtardığını bilirler. O şehitlere ve gazilere borcumuz ödenmez.
Ancak bu sevinci karartan, hâlâ cevap bekleyen sorular da var.
ABD kendi yasalarının şu maddesi, bu maddesinin arkasına gizlenmeye çalışsa da sorumluların yargılanmasının önünde oluşturduğu engelin kanıtladığı gibi, bu darbe girişiminin de ortağıdır; mevcut sorular da bu ortaklıktan kaynaklanmaktadır. Bunların başında Fetullah Gülen’in iadesi geliyor.
Diplomasi kin tutmaya engeldir; bu sebeple Türkiye şu anda (ben hiçbir olumlu sonuca ulaşmayacağına inansam da) Afganistan’da barış ve huzurun devamı için ABD Başkanı Biden ile bir ortaklığa girişmeye hazırlanıyor. Ancak, 15 Temmuz’u, Beyaz Saray’da olağanüstü durumların izlendiği “Situation
ABD’nin mevcut feodal dengeleri sadece bir defa değil, iki kere kırıp parçaladığı sosyal ve siyasal düzen yerine konmadan, Afganistan’dan giderek öne aldığı geri çekilme operasyonu, bölgesel dengeleri altüst edecek bir yeni oluşuma imkân sağlayacak.
Yönetimi devralmak ve bütün Afganistan’ı ele geçirmek için adeta gün sayan Taliban, geçen hafta Moskova’ya bir heyet gönderdi; Hindistan’dan gelen bazı diplomatik temsilcileri kabul etti. Moskova da Yeni Delhi de Afganistan tümüyle Taliban’ın elinde bulunduğu sırada dahi İslamcı rejimle temas kurmamışlardı. Moskova, El Kaide’den, ülkenin komünist yöneticilerini en ağır hakaretlere tabi tuttukları esaret, adeta alay edercesine bir yargı ve sonra da insanlık dışı infaz yöntemleriyle idam ettikleri için olacak, nefret ederdi. Daha sonra, El Kaide’ye oranla daha ılımlı Taliban yöneticileri de hiçbir zaman Ruslardan yüz bulamadılar. Oysa, ABD-aleyhtarlığı, iki ülke arasında ortak bir nokta olabilirdi.
Hindistan’da işbaşındaki rejim, İslam’a
Yunanistan, AB’li dostlarına muhatap olurken nasıl gülücükler saçıyor, ama bize gelince NavTex’lerle hırlıyorsa, Mısır da aynı tutumu Etiyopya’ya karşı sergiliyor. Mesele yine Nil’in sularından yararlanma meselesi.
Nil dünyanın en uzun nehirlerinden biri ama ne yazık ki su miktarı Amazon ve Mississipi’ye göre daha az; ama adil olmak gerekirse, Nil’in sularının yüzde 66’sı Mısır’da, yüzde 22’si Sudan’da kullanılıyor. Etiyopya’nın istifade oranı ise yüzde sıfır. (Nil sularının yüzde 12’si ise buharlaşıyor.)
Nil’in iki kolu var; Mavi Nil isimli olanı Etiyopya’dan çıkıyor. Habeş halkı binlerce yıldır Nil’i seyretti. Nihayet 1956’da o zamanki ABD başkanı Eisenhower’in yardımıyla bir baraj yeri belirlendi; ancak iç huzursuzluklar, darbeler, işgaller, iç savaşlar, bölünmeler derken, nihayet iki yıl önce muhteşem bir barajın planları ve hesapları yapıldı. İtalyan firması Salini yapımı üstlendi.
Bir nehrin üst tarafını tutanlar, aşağılarda oturanlara saygı göstermelidir. Nitekim Etiyopya,