Ehud Olmert, koltuğu Binyamin Netanyahu’ya kaptıran son İsrail başbakanıydı; bir daha da kimse o makamı Netanyahu’dan alamadı. Netanyahu, dünyanın uzun süre başbakanlık yapan ne ilk ne de son siyasetçisi! Ancak Netanyahu kadar, bu makamda kalabilmek için rakiplerinin iç işlerine müdahale eden, ülkenin barışını ve huzurunu bozacak komplolara kalkışan, yaşamayacağını bile bile koalisyonlar kuran ve nihayet 24 ayda beş seçim yaptırarak, seçmeni bile manipüle eden ender siyasetçilerden biri.
Mahmut Abbas ile 2007 barış anlaşmasını imzalamış olan Olmert, bugün resmen açıklanması beklenen yeni koalisyon hükumetiyle ilgili değerlendirmesinde “Netanyahu’nun iktidarı Bennet ve Lapid’e bırakıp, emeklilik maaşı için başvuracağını sanıyorsanız, yanılıyorsunuz!” diyordu. Bugün İsrail meclis başkanı koalisyonun kurulamadığını açıklarsa, hiç şaşırmayalım. Netanyahu bu! Ya Yemina’nın 7 üyesini, ya Yesh Atid’in 17 üyesini ya da onları dışarıdan destekleyen Birleşik Arap Listesi’nin 4 üyesini güvenoyu vermemeye ikna
Fransızlarla Almanlar arasındaki -haydi düşmanlık demeyelim- “husumet” ta Sezar zamanına, Galyalılarla Cermenler arasındaki savaşlara dayanıyor. 3’üncü Yüzyıl Savaşı, 800’lerde Şarlman’ın Almanları sürekli yendiği Yüzyıl Savaşı, sonra Habsburgların Fransızları yenmeye başladığı 60 Yıl Savaşı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları... Arada bir Fransızların, arada bir Cermenlerin Osmanlı’yla saf tuttuğu Türk Savaşları... Ancak ABD’nin iki ülkeyi Avrupa Birliği’ne ortak ederek 1950’lerde bir araya getirmesinden bu yana bir Fransa-Almanya savaşı olmadığını söylersek, gerçeği ifade ederiz.
Ne var ki İngiltere’nin bu birliği terk etmesiyle Almanların eski sancıları tuttu veya Fransa bundan ciddi kaygı duymaya başladı. Bilhassa, Merkel, Avrupa’nın en uzun görev yapan hükümet başkanı (2005’ten beri 16 yıl) olarak artık yeniden Hıristiyan Demokrat Parti’nin başkanlığına aday olmayacağını açıkladığı günden bu yana Fransa’nın kaygısı da arttı.
Kıraathane sohbeti tarzında anlatılıyor olmakla birlikte, iki ülkenin birbirinden
Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu, dün gittiği Yunanistan’da, bugün Yunan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias ile görüşecek. Ajanslar, Sayın Çavuşoğlu’nun Yunanistan ziyaretine Selanik’ten başladığını ve Batı Trakya’da, Türkleri ziyaret ederek Atina’ya geçtiğini bildirdiler. “Türkler” mi dedim? Kabalığıma bakar mısınız? “Yunan Çocukları” demeliydim. Çünkü, dostumuz ve müttefikimiz Yunanistan’ın Başbakanı Kiryakos Miçotakis, Yunanistan’da “Türk” diye bir etnik grup bulunmadığını söylüyor; onların “Yunan çocukları” olduğunu belirtiyor.
Koskoca Başbakan! Kendi ülkesinde ne milliyetten, hangi dinden ve etnik gruptan insanlar bulunduğunu bilmez mi?
Miçotakis’in bu tatsız şakasını uzatmanın anlamı yok. 1923’te, karşılıklı göç anlaşması ile 1 milyon 200 bin Ortodoks Hristiyan Rum, Anadolu’dan Yunanistan’a; 500 bin Müslüman Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Bu, ikili
Biden’a bağlanan ümitlerin dile getirildiği Filistin, Mısır, Ürdün ve Lübnan gazetelerinin makaleleri hâlâ hatırımızda. Libya’da bile, ülkeyi paramparça eden, beslediği hainleri, mesela ülkenin doğusunu hâlâ elinde tutan Halife Hafter’i el altından destekleyen ABD olduğu halde, yine de Trump’ın gitmesi özlenen birleşmeyi getirecek adil ve serbest bir seçim için umutları artırmıştı.
11 günlük son Gazze katliamı Biden’ın ilk uluslararası sınavı değildi; kendisi 8 yıllık Obama döneminde sayısız İsrail vahşetine tanık olmuştu. Obama’nın, İsrail’in Arap topraklarını işgalden vazgeçmemesi ve Netanyahu’nun kendisini adam yerine koymadığını açıkça belli eden tutumu, Başkan Yardımcısı sıfatıyla Biden’a çok büyük bir hareket alanı bırakmıyordu. Belki de bu nedenle sekiz yıl boyunca Obama ile Biden, Netanyahu karşısında iyi polis-kötü polis oyunu oynamışlardı.
Trump ise Netanyahu’nun tam da aradığı nimetti. İşgal altındaki Arap topraklarını kendi malı imiş gibi parsel parsel İsrail’e
Netanyahu’nun başbakanlığı bırakmamak için başlattığı Kudüs ve Gazze saldırıları 11’inci günde dünyanın baskısı sonucu 60’dan fazlası çocuk, 200’den fazla Filistinlinin ölümüyle sona erdi. ABD Başkanı Joe Biden, ağzının bir kenarından “tarafları ateşkese çağırırken” ağzının diğer kenarından Netanyahu’ya 375 milyon dolarlık yeni silah vereceğini açıkladı. ABD, BM Güvenlik Konseyi’nde bir karar alınmasını, bırakın kararı, bir açıklama yapılmasını bile engelleyince, Türkiye yoğun bir çaba ile BM genel kurulunun İsrail saldırganlığını görüşmesini sağladı. Sağladı ama genel kurulda da arzu edilen uluslararası tepki oluşturulamadı.
193 üye ülkeden sadece 81’i konuyla ilgili görüş açıkladı; bunlardan sadece 10’u toplantıya dışişleri bakanını yollamıştı. Konuşmalardan sadece 25’inde İsrail ile ilgili olarak “kınama” kelimesi kullanıldı. Genel Kurul’un başkanı Türkiye temsilcisi Büyükelçi Volkan Bozkır, Türkiye’nin istediği gibi, Kudüs’ün bir
Bir siyasetçinin, bir ulusu nasıl kötü bir şöhretin sahibi edebildiğini Hitler ile görmüştük. Şimdi başka bir siyasetçinin sadece bir ülkeyi değil aynı zamanda koca bir dinin bütün cemaatine nasıl leke getirdiğini hep beraber görüyoruz. Netanyahu’nun Museviliğe sürmek üzere olduğu bu lekeden, İsrail’de oturmayı Tevrat’ın hükümlerine aykırı bulan bir avuç koyu Musevi ile İsrail’deki bazı partilerin taraftarları muaf tutulmalı.
Netanyahu bu partilerin kendisini saf dışı bırakarak, kendi aralarında bir koalisyon kurmaları ihtimalini de en az 60’ı çocuk 200’den fazla Arap ile birlikte katletti. Her şeyin Netanyahu’nun komplosu olduğu o kadar açık ki!
Herhangi bir demokratik ülkede olsa, bugün çoktan Yesh Atid (İstikbal) Partisi ile Yemina (Sağa Doğru) ittifakı kimin kaç bakanlık alacağı üzerinde de anlaşmış ve Ra’am (Birleşik Arap-Muvahhada) partisinin belki de içeriden desteğiyle Netanyahu’suz bir hükümet kurulmuş olacaktı. Netanyahu ve başka yerde yerleşemezlermiş gibi illa
Altı milyon Musevi’yi ve beş milyon Sovyet yurttaşını (Musevi oldukları zannıyla) öldüren Adolf Hitler’in partisinin resmi adı “Ulusal Sosyalist Alman İşçi Partisi” idi. Ulusal Sosyalist’in (Nationalsozialistische) kısaltması Nazi, sonradan faşist siyasal düşünce sisteminin adı oldu. Ancak bu parti Hitler’in ve Alman ırkçılarının ilk partisi değildi. Ondan önce yıllarca Halk Hareketi (Völkische Bewegung) adı altında toplanan çok sayıda dernek, kulüp, sendika (şimdiki adıyla sivil toplam kuruluşu) kurmuşlardı. Bu örgütlerin adlarındaki ortak kelime Völkische bugün, Avusturya’da iktidardaki partide yaşıyor: Österreichische Volkspartei.
Partinin başkanı Sebastian Kurz sadece arada bir Hitlervari Nazi selamıyla değil ama Alman Halk Hareketi örgütlerinin savunduğu “üstün ırk” fikirleriyle de tanınıyor. Ç ok değil iki yıl önce Avusturya’dan Almanya’daki fırınlara gönderilerek öldürülen 125 bin kişi arasında bulunmaktan her nasılsa kurtulmuş birkaç kişi ve kurtulamayanların yakınları,
Attilâ İlhan’ın “Hangi Batı” kitabı, 1970’lere kadar bir bütün olarak algıladığımız modernleşmede standardın mihengi saydığımız (sandığımız) Batı’nın zihnimizdeki yerini değiştirmişti. 1972 yılında o kitabı eline aldıktan sonra Türkiyeli hiçbir aydın, bir daha “batı” olgusuna aynı şekilde bakamadı. Çünkü artık tek bir “batı” yoktu.
Bu sütunlarda bu adımı taklit ederek “Hangi Amerika?” sorusunu sormuş ve ortada tek bir Amerika olmadığını ifadeye çalışmıştım.
Şimdi, İsrail güvenlik kuvvetlerinin Kudüs Günü katliamından sonra geleneksel ve sosyal medyada giderek kabaran öfke selinin aldığı istikamete bakarak, “Hangi İsrail?” sorusunu sormak gerektiğini düşünüyorum. Hatta bunu “Hangi Musevi?” diye de genişletebiliriz.
İsrail’i, genellikle bir katliamın, bir insan hakları ihlalinin faili olarak görüyor ve onu tek vücut olarak ele alıyoruz; yaptığımız ilk şey “kınamak” oluyor. Oysa İsrail de komşularından hiç farkı olmayan bir ülke ve orada da işbaşındaki lider,