On ay kadar önce, şu soruyu sordum bu sütunda:
“Soma’daki facianın acı tabloları gözümüzün önündeyken şimdi bunun üstüne, Bartın’ın felaket sahneleri ekleniyor. Bunu önlemenin yolu yok mudur?”
Kömür madenciliğimiz, artık hemen hemen tamamen elektrik üretmek amacıyla yapılıyor. Ülkemiz kömürden elektrik elde etmede dünya ortalamasında: elektriğimizin yüzde 20’si kömürden geliyor. Bu oranı ne kadar arttırırsak, doğal gaza verdiğimiz döviz miktarı da o kadar azalacak. Ancak dünyanın en tehlikeli madencilik alanı olan kömür madenciliğine verdiğimiz kurbanların sayısı da o kadar artacak.
Son 45 yılda grizu patlaması, su baskını ve diğer maden faciaları sonucu 980 maden işçimizi şehit verdik. Son on yılda trafik kazalarında 53 bin kurban verdiğimizi hatırlayarak bu sayıyı önemsemeyecekler olacaktır. Ancak maden facialarının toplumsal vicdanımızda açtığı derin izler, bir ölçüde bu faciaların medyada aldığı dramatik sunumdan, bir ölçüde önlenebilir olduğu halde önlenememesinden
İsrail’de muhafazakârlar, ilk günden beri “ilerici” ve “laik” kesimin elindeki Yüksek Mahkeme’nin “anayasa mahkemesi” olarak görev yaparak yasaları iptal yetkisinden uzun zamandır rahatsızdı. Liberal-laik kesimin de Mahkeme’nin bu hakkının elinden alınmasına sonuna kadar karşı çıkacağı belliydi.
Ama Pazartesi günü, İsrail neredeyse fiilen ortadan ikiye bölündü: Bu yasanın kabul edilmesinin ardından laik-ilerici batı kentleriyle İbranilerin ilk yerleştiği ve Museviliğin tabir yerindeyse anavatanı olan Yahudiye ile Samarya bölgesi (işgal altındaki Batı Şeria bölgesi). Laik subaylar artık askeriyede görev yapmayacak, liberal öğretmenler de artık “gerici” bölgelerde ders vermeyecek. Devlet dairelerinde işlerini terk edenler mi dersiniz?.. Hükümetin güvenlik ve siber projelerindeki ihalelerinden çekilenler mi?.. Hepsi bir tarafa, ordusu “yedek” subaylardan oluşan İsrail’de “askeriyede görev yapmama” tehdidi uygulanırsa, bu, Lübnan ve Suriye ile savaş halinde olan, İran tarafından
Başka birisi söylese sıradan görünebilecek şu cümleyi tekrar tekrar okuyunuz: “Rusya’nın masaya getirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bunun dışındaki çözümlerin güvenliği tehlikeye atacak çözümler olma ihtimali fevkalade yüksek.”
MİT’in eski başkanı olması, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a birçok birikim ve edinim katıyor tabii ama hangi karanlık dehlizde hangi kara böceğin ne karıştırdığını bilmek bunların başında geliyor.
Baştan beri Putin’in hem “koca” Rusya’nın kaynaklarını doğru yönetemediğini hem de ABD ve AB’nin bazı üyelerinin, Rusya için onun arka bahçesi niteliğindeki Ukrayna üzerinden yaptığı provokasyonlara “düşmesi” bu satırlarda en ağır ifadelerle kınanıyor. Ama bu noktada Rusya liderine hak vermek gerekiyor. Türkiye’nin tanıklığımızda, BM, Rusya ve Ukrayna arasında imzalanan tahıl anlaşması, Ukrayna’nın buğday ve yulafını ihraç ederken Rusya’nın da kimyasal gübre ürünlerini serbestçe ihraç etmesini öngörüyordu.
Ülke olarak bağımsızlık artık eski koloniler için bile sorun değil. Herkes bağımsız. Egemenlik de eğer anayasanızda “İngiltere kralı bizim de liderimizdir” yazmıyorsa, artık sorun değil. İngiliz Uluslar Topluluğu üyesi 56 ülkeden sadece 15’i bu kategoride, mesela.
Ama özerklik (otonomi) dendiği zaman şöyle bir durup, herkesin kendi ülkesinin kendi stratejik çıkarlarına uygun kararları, kendi yasamasıyla, kendi yürütmesiyle belirleyip, aldığını ve uyguladığını bir görmek lazım.
Türkiye, Lozan’dan beri bağımsız ve egemen. Buna rağmen bu satırların yazarı da dâhil olmak üzere, 1960’larda, 70’lerde binlerce kişi, sayısız kez “Tam bağımsız gerçekten demokratik Türkiye!” diye sloganların atıldığı mitinglere, yürüyüşlere katılmıştı. Bugün de “enerji bağımsızlığı,” “finansal bağımsızlık” (IMF boyunduruğu altında olmamak) gibi hamlelerin de kâğıt üzerindeki bu bağımsızlık ve egemenliğin gerçekten hayata geçirilmesine olan katkısını da biliyoruz.
Ancak, bugünün adeta yumak olmuş
ABD’de oğul Bush döneminden beri devlet kadrolarına sızmış olan NeoCon’lar (güya muhafazakâr, küreselci liberal hegemonyacılar) arasında bir siyasal yazar var ki, ele aldığı her konudan bir Türkiye aleyhtarı mesaj çıkartmasıyla ünlü. Michael Rubin’den söz ediyorum. Bu şahsın üslubu, Türkiye hakkında kullandığı ifadeler öyle kötü, öyle hakaret yüklü ki, bu zatın bir zamanlar ABD Savunma Bakanlığı adına, Türkiye’nin topraklarında adım attığına, insanlarıyla konuştuğuna inanmak mümkün değil.
Geçen haftaki Vilnius zirvesi, en “Erdoğan aleyhtarı” kişilerin bile ifade etmek zorunda kaldığı gibi, Türkiye için, Cumhurbaşkanı’nın yeni güvenlik ve diplomasi ekibi için bir zaferdi. İsveç sözünü tutar veya tutmaz, AB Türkiye’nin tam üyelik başvurusunda ne kadar kararlı olduğunu bu kez idrak eder veya etmez, ama Erdoğan ABD Başkanı Biden’dan, NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’e, Kanada ve İngiltere başbakanlarından Fransa Cumhurbaşkanı’na kadar müttefik ülke
Gazetelere açıklama yaparak Atina’nın Türkiye-Mısır ilişkilerindeki gelişmelerden kaygılandığını söyleyen bir “Yunan yetkili” var olmadığı kanısındayım. Yani bunu yazan Yunan meslektaşımız, bu “yetkiliyi” de sözlerini de tamamen hayal etmiş olmalı.
Yarın yapılacak olan Erdoğan-Miçotakis görüşmesini, herkesten çok yeni Yunan hükümeti bekliyor. Görüşme tarihi ve yeri Ankara tarafından onaylandığı dakikada Atina’dan açıklama yapıldı. Bu tür nüansların diplomatik söylem ve yorum literatüründe önemi vardır: görüşmeler, ziyaretler, konuşmalar kimi çok heyecanlandırıyorsa, ilk açıklama o taraftan gelir!
Öyle de olmalı, çünkü Yunanistan’ın kovaladığı hayal her ne ise, artık o hayali canlı tutacak ve halka satacak ne parası kaldı ne de enerjisi. Miçotakis, ülkesinde ve Avrupa’da yükselen milliyetçi siyasetlere paralel sandığı bir Akdeniz korsanlığı hayali peşinde, içerde ve dışarıda korku politikası güttü; ama bu efe tavrı ona nerede ise başbakanlığı
İsveç gazeteleri başta olmak üzere Batı medyasına baktığınız zaman gördüğünüz ortak tavır, “Türkiye İsveç’in NATO üyeliğini istemiyor, çünkü İsveç Kuran yakma eylemine izin verdi” fikri etrafında dolaşıp duruyor. Hiçbir ifade gerçekten bu kadar uzak olamaz.
Evet, Türkiye ve bütün Müslüman ülkelerin halkları, İslam’ın kutsal kaynaklarının birincisine yapılan bu saygısızlığı düşündükçe iğrenme duyguları içinde. Ama bunun bugün 5’incisi yapılacak Ortak Daimi Mekanizma toplantısından somut bir sonuç çıkmamış olmasıyla hiç ilgisi yok. Yeni Dışişleri Bakanımız, eski MİT başkanımız, her iki sorumluluğunun da bir özeti olarak, bunun sebebini hafta başında, Ankara’da, Ürdün Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Ayman Safadi ile ortak basın toplantısında en açık şekilde ifade etti:
“Stratejik ve güvenlik değerlendirmesi itibarıyla İsveç’in NATO’ya üyeliğinin bir yük mü yoksa fayda mı getireceği konusu artık daha
Polis memuru tarafından dur emrini dinlemediği iddiasıyla başından vurularak öldürülen Cezayir kökenli Nahel’in feci ölümünün sebep olduğu trajedi, geçen hafta, cinayetin işlendiği Nanterre kasabasını aştı, bütün Fransa’yı kapladı ve Belçika’ya sıçradı. Kasabadan 500 kilometre uzaktaki Lyon kentinde, ölçülü patlatıcılarla PTT şubelerinin kapısı açılarak içerdeki paketlerdeki kıymetli eşyalar, binadaki kasalarda bulunan paralar çalınıyorsa, TIR’larla süper marketlerin kapıları kırılıp, içerdeki elektronik eşyalar yüklenip götürülüyorsa, telefon satılan yerlerden telefonlar ve SİM kartları toplanıp götürülüyorsa, banliyölerdeki otobüs garajlarındaki yüzlerce belediye otobüsü yakılıyorsa, buna “Kitle reaksiyonu akıllıca yönetilemedi!” diye (moda tabiriyle söyleyelim) yorum kasmak mümkün müdür?
Evet, Fransız emperyalizmi kuzeyiyle, ortasıyla Afrika’yı soydu, soğana çevirdi. (Güney Afrika’nın vebali