ABD’deki başkanlık seçim süreci adeta rüzgar gibi geçti, ancak etkileri hâlâ hissediliyor. Donald Trump’ın zaferi, Virginia, Washington, Maryland ve Delaware gibi eyaletlerde Margaret Mitchell’in ‘Rüzgar Gibi Geçti’ romanının ruhunu hatırlatan bir atmosfer yarattı. Filmin 1861’deki iç savaşı anlatan retoriği, günümüz siyasi söylemleriyle örtüşüyor.
Demokratlar “ülke mahvolacak” derken, Cumhuriyetçiler zaferin keyfini çıkarıyor. Trump’a yakın Elon Musk’ın İran’ın BM temsilcisiyle gizli görüşmesi, Trump’ın ekibinin ‘hesaplaşma’ arayışı gibi gelişmeler, yeni dönemin nasıl şekilleneceği hakkında ipuçları veriyor. Trump’ın kabine seçimleri ise Avrupa’dan ‘distopik’ bir tercih olarak görülüyor. 5 Kasım seçimleri, adeta Güney’in zaferi gibiydi. Ancak Trump ve Musk gibi iki büyük egonun siyasi birlikteliği ne kadar sürecek bilinmez. Trump’ın sistemi değiştirme ve Musk’la
ABD’de başkanlık seçimleri tamamlandı ve Beyaz Saray’ın yeni sahibi, 2016’da başkanlık yarışını kazanıp 2020’de kaybeden Donald Trump oldu. Kamuoyu araştırmaları bu yarışın başa baş gideceğini öne sürmüş olsa da, sonuçta Trump önde bitirdi. Bu köşede 28 Temmuz’da yazdığım “AB’nin Harris umudu” başlıklı yazımda, Demokratların bu seçimi kazanmalarının zor olduğuna değinmiştim. Kamala Harris’in kaybetme sebepleri arasında Demokratların ulusal birliği sağlamak yerine kimlik siyasetinde kalmaları büyük rol oynadı. Harris, topluluklara dayalı bir strateji izlerken, Trump tüm ABD halkına hitap ederek etkili bir kampanya yürüttü. Trump’ın “Amerika’yı daha güçlü kılma” vaadi, seçmenler arasında güçlü bir yankı buldu. Yascha Mounk’un dediği gibi Demokratlar, kimlik siyaseti tuzağına düştü ve seçimi kaybettiler.
ABD seçimleri bir anlamda ‘analog demokrasi’ ile ‘dijital otoriteryanizm’ arasında bir mücadeleye de sahne oldu. X’in sahibi
Önümüzdeki hafta salı günü ABD’de halk, Beyaz Saray’ın yeni kiracısını belirleyecek. Demokratlar da kazansa, Cumhuriyetçiler de kazansa, her hâlükârda koltuğa Joe Biden’dan başka biri oturacak. ABD seçimleri, dünya genelinde birbirine zıt iki eğilimi adeta özetler gibi: Bir yanda değişimi simgeleyenler, diğer yanda direnci temsil edenler.
ABD’deki başkanlık yarışında Demokratların adayı Kamala Harris, direnci simgeliyor. Programında, kadın hakları dışında dikkat çekici yeni bir politika yer almıyor. Zaten siyasi söylemlerinin büyük bir bölümü de Trump karşıtlığına odaklanmış durumda. Harris, Trump’ın yeniden Beyaz Saray’a dönmesine karşı bir direnç ve direniş söylemi sergiliyor; adeta “No pasarán” demek istiyor. Rakibi, sistem karşıtı, değişim ve dönüşüm talep eden Trump. Aslında Trump, Cumhuriyetçilerin koçbaşı. Direnç kalesinin kapısını kırmak için öne sürülen bu aday, güçlü destekçilere sahip. X’in sahibi Elon Musk ve
Aday ülkelere ilişkin her yıl değerlendirmeler yapan Avrupa Birliği (AB) Komisyonu, bu yılki Türkiye Raporu’nu paylaştı. Söz konusu raporda yapıcı vurgular yer alıyor.
Avrupa Komisyonu, her yıl olduğu üzere, Avrupa Birliği’ne (AB) aday ülkeler için hazırladığı yıllık ülke raporlarını paylaşırken, Türkiye’ye ilişkin değerlendirmelerde ılımlı ifadeler dikkat çekti.
Komisyonun Türkiye’ye yönelik bu yılki raporunda dikkat çeken unsur, kullanılan dil. Nitekim raporda, önceki yıllara kıyasla eleştiriler göz ardı edilmeden daha ılımlı ve daha yapıcı bir ton göze çarpıyor. Örneğin rapor, Türkiye’nin, müzakere sürecinde açılan 22 başlıkta ilerleme kaydettiğini belirtiyor. Bazı alanlarda küçük, bazı alanlarda ise daha belirgin ilerlemelerin olduğu not edilirken, eleştiri içeren ifadeler daha ılımlı bir şekilde kaleme alınmış.
Ekonomi vurgusu
Bununla birlikte Türkiye ile 11 fasıl başlığında kayda değer bir ilerleme sağlanmadığına da işaret ediliyor. Temel hak ve özgürlüklerin yanı sıra Kopenhag kriterleri
Bir başak burcu olarak mükemmeliyeti sevdiğimi, düzenden hoşlandığımı kabul ederim. Bilime olan ilgimden dolayı, denklemi tutturana kadar inatçı bir yanım olduğu da söylenebilir. Ancak kişisel olarak herhangi bir takıntım yoktur. Bu yüzden geçen hafta ‘Kuzuların Sessizliği’ filmine atıfta bulunmam gibi, bu hafta da Çek yazar Milan Kundera’nın ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ romanını ve uyarlanan filmi hatırlatmam bir takıntının eseri değil. Sadece, dış politikada yaşanan olaylar ve şahit olduğumuz gelişmeler ile bazı hikayelerinin örtüşmesi veya düşündürmesinden kaynaklanıyor.
Kundera ünlü eserinde varoluşun ağırlığı ve hafifliği arasındaki ikilemi işliyor. İnsanın bireysel özgürlük, etik değerler ve hayatın anlamına dair sorgulamalarına da ışık tutuyor. Kundera, romanda tasvir ettiği cerrah Tomas, eşi Tereza, Tomas’ın sevgilisi ressam Sabine ve Sabine’in sevgilisi Cenevreli entelektüel Franz karakterleri aracılığıyla insanın tercihlerini ve bu tercihlerin sorumluluğuyla nasıl başa çıktığını anlatıyor. Bunu yaparken
Başlıktan yola çıkarak, Avrupa Birliği (AB) ile yönetmenliğini Johathan Demme’nin gerçekleştirdiği, Jodie Foster ve Anthony Hopkins’in mükemmel performanslarıyla Oscar’a layık görülen ‘Kuzuların Sessizliği’ filminin alakasının ne olabileceğini pekala düşünebilirsiniz. İlk bakışta da haksız olmayabilirsiniz. Teşbihde hata olmaz derler. Rusya-Ukrayna savaşı ve Ortadoğu’da yaşanan katliamlar ile Hannibal’in sapkınlıkla işlemiş olduğu cinayetler arasında fazla ilinti de yok. Ancak unutmamak gerekiyor ki AB, Çarşamba gününden itibaren, üç gün süren uzun ve çok ‘içerikli’ bir zirve gerçekleştirdi. Zirvenin gündeminde Rusya-Ukrayna savaşı, Ortadoğu’daki son gelişmeler, Venezuela, Fas, Gürcistan’la ilişkiler, Sudan, Haiti ve düzensiz göç gibi konular yer alıyordu. Yüksek enerji fiyatları ile rekabet politikaları da cabası. Testosteron egemen dış politikada ‘genç’ AB varolduğunu kanıtlamak ve kendini göstermek için önemli bir fırsatı daha kaçırdı
Başlıktan da görüleceği üzere, bu hafta transatlantik toplulukta ilginç gelişmeler yaşandı. Ezber bozucu değişiklikler olduğunu söyleyebiliriz. İlk “gelişme”, aslında ABD’de devam eden başkanlık yarışında yaşanıyor sanki. Zira bir aralık Donald Trump’ın önünde görünen Demokratların adayı Kamala Harris, kamuoyu araştırmalarında yeniden geriye düştü. Üstelik seçimlere 23 gün kala.
Öngörüldüğü üzere Hollywood ve ABD’nin Bubo olarak da tarif edebileceğimiz burjuva/bohem topluluğu, Harris’i köpürtmeyi başardı. ABD kamuoyu nezdinde tanınır hale getirdi. Hatta Harris, Trump’la televizyonda gerçekleştirdiği açık oturumda da üstün gelmesini bildi. Öyle ki, Trump bir daha Harris ile televizyona çıkmayacağını açıkladı. Ancak Harris’in sorunu içerik. Zira Trump’ın söylemlerine cevap vermekle yetinen Harris’in kararsız seçmeni cezbedecek söylemi, projesi yok. Oysa ABD’deki kararsız seçmen, Demokratların mek parmak sağında,
1990’lı yılların sonundan bu yana belleklerde sadece kaygıyla anılan tarihler yer edinmiş durumda sanki. Oysa kuzey yarıküre için 1980 ve 1990 yıllarının başında neşe ve şenliklerle anılan, zaman zaman da unutulan tarihler yok değildi. Örneğin 8 Aralık 1987’de, ABD Başkanı Ronald Reagan ile dönemin Sovyetler Birliği lideri Mihail Gorbaçov’un orta menzilli nükleer füzelere son vermek amacıyla imzaladıkları anlaşma çok önemliydi, hatta tarihte bir dönüm noktasıydı. 2-3 Aralık 1989’da Malta’da düzenlenen zirvede zamanın ABD Başkanı George H.W. Bush ile Gorbaçov’un Soğuk Savaş’ın sona ermiş olduğunu resmen ilan etmeleri belleklerde yer etmiş bir başka milat. Keza 9 Kasım 1989 tarihinde Berlin duvarının yıkılması, 3 Ekim 1990’da Almanya’nın birleşmesi gibi her biri bir nevi Türkiye’nin 29 Ekim’i, Belçika’nın 21 Temmuz’u, Fransa’nın 14 Temmuz’u veya ABD’nin 4 Temmuz’u gibi dünya tarihinde hem şenlik ve neşeyle anılan özel dönemler, hem de uluslararası ilişkilerde önemli birer