Bir başak burcu olarak mükemmeliyeti sevdiğimi, düzenden hoşlandığımı kabul ederim. Bilime olan ilgimden dolayı, denklemi tutturana kadar inatçı bir yanım olduğu da söylenebilir. Ancak kişisel olarak herhangi bir takıntım yoktur. Bu yüzden geçen hafta ‘Kuzuların Sessizliği’ filmine atıfta bulunmam gibi, bu hafta da Çek yazar Milan Kundera’nın ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ romanını ve uyarlanan filmi hatırlatmam bir takıntının eseri değil. Sadece, dış politikada yaşanan olaylar ve şahit olduğumuz gelişmeler ile bazı hikayelerinin örtüşmesi veya düşündürmesinden kaynaklanıyor.
Kundera ünlü eserinde varoluşun ağırlığı ve hafifliği arasındaki ikilemi işliyor. İnsanın bireysel özgürlük, etik değerler ve hayatın anlamına dair sorgulamalarına da ışık tutuyor. Kundera, romanda tasvir ettiği cerrah Tomas, eşi Tereza, Tomas’ın sevgilisi ressam Sabine ve Sabine’in sevgilisi Cenevreli entelektüel Franz karakterleri aracılığıyla insanın tercihlerini ve bu tercihlerin sorumluluğuyla nasıl başa çıktığını anlatıyor. Bunu yaparken özgürlük kavramına dair felsefi sorular da ortaya koyuyor. Bir başka deyişle, Kundera’nın romanındaki varoluş temasını günümüz ABD, İsrail, Avrupa Birliği (AB) hatta Rusya ve Ukrayna’da yaşanan siyasi ve toplumsal gelişmelerle ilişkilendirebiliriz. Zira ABD, İsrail ve AB gibi aktörlerin liderlerinin sorumluluk ve eylemlerini “hafiflik” veya “ağırlık” üzerinden yorumlamak faydalı olabilir. Tıpkı Kundera’nın, bireysel özgürlüğün yarattığı hafifliği ve bunun sorumlulukla beraber getirdiği ağırlığı sorguladığı gibi, bu devletlerin uluslararası arenadaki hareketlerinin hafifliğini veya ağırlığını düşünmek, politik dinamiklerini anlamamıza yeni bir perspektif kazandırabilir.
Tercihlerin ağırlığı
Örneğin, ABD’nin dünya düzeninde “ağır” ve güçlü bir etkisi varken, liderlerinin kimi zaman bu sorumluluğu nasıl hafife aldıkları veya bazı kararları alırken uluslararası sorumlulukları üzerinde ne kadar düşündükleri sorgulanabilir. İsrail’in Ortadoğu’daki konumunda “hafif” veya “ağır” varoluşsal tercihler yaparken dünya siyasetinde bıraktığı izlerin ne kadar sorumluluk barındırdığı da sorgulamaya değerdir. Kendini barış, insan hakları ve demokrasiye adadığını söyleyen AB’nin pratikte bu “ağır” değerleri uygulamadaki “hafif” yaklaşımları da eleştiriye açıktır. Bu çerçevede, ABD’de başkanlık seçimleri artık son düzlüğe yaklaşırken, Demokratlara desteğiyle seçimin seyrini değiştirebileceği düşünülen şarkıcı Taylor Swift’in bu seçimlerdeki ‘ağırlığı’ tartışma konusu oldu. Trump, kendine benzer bir figür ararken, sesi aynı etkiyi yaratmasa bile Elon Musk’ı yanına çekmeyi başardı. Musk da paranın ağırlığını ortaya koyarak seçimlerde belirleyici aktör olmaya çalışıyor; Kundera’nın Tomas’ı misali. Buna karşılık, Microsoft’un sahibi Bill Gates de cüzdanını açarak seçimde ağırlığını Harris’ten yana koyma kararı aldı.
Rusya’da Putin, ülkesinin ağırlığını abartarak Ukrayna’yı hafife almaya devam ediyor. Ukrayna ise Kursk’a saldırı düzenleyerek büyük bir hamle yapmaya çalıştı, ancak başarılı olamadı. Bu hafife alınacak bir karar değildi. Ortadoğu’da ise siyasi varlığını sürdürmek adına her krizi fırsata çevirmeye çalışan İsrail Başbakanı Netanyahu, aslında var olmanın dayanılmaz hafifliğinin rehavetini yaşıyor. Ülkesinin ağırlığını göstermek adına bölgede yıkıcı bir varlığı savunurken kullandığı “hafif” söylemler de dikkat çekici.
Nitekim, hafifliği ve ağırlığı biraz da liderlerin ego ve narsisizmi şekillendirmiyor değil. Bir başka deyişle, var olmak saikiyle üzerinde düşünülmemiş ‘hafif’ sözler veya ‘ağırlık’ gösterilerine sanki maruz kalıyoruz. Herkes var olduğunu göstermeye çalışıyor. Taylor Swift’ten Elon Musk’a, Putin, Trump ve Harris’ten Netanyahu’ya... Hatta can çekişmeye başladığını düşündüğümüz terör örgütleri ‘canlı’ olduklarını kanıtlamaya çalışarak, masum insanların hayatlarını olmadık bir hafiflikle sonlandırabiliyorlar maalesef. Olayları anlamlandırmak için, ya geleneklere, ya coğrafyanın kaderine, biraz “Amor fati” yani kader sevgisine başvuruyoruz. Her seferinde de ‘medeni’ değerlerden, özgürlüklerden, biraz daha uzaklaşıyoruz. “Böyle buyurdu Zerdüşt” desek bile yine de anlamlandıramıyoruz.