Bu; küçücük bedeniyle dünyadan çekip giderken, kocaman bir adalet sistemini deşifre eden küçük Servan’ın hikâyesidir.
Daha birkaç gün önce yapılan kocaman bir şirket satışında, cansız bedeniyle, kimsenin bilmediği küçücük bir yer kaplayan çocuğun.
En yakınları kalmadığında, dünyada kısacık da olsa bulunduğu bile hatırlanmayacak bir bebeğin hikâyesi.
Bir çocuğun büyümesine tanıklık edenler bilir; bir çocuk büyütmek dünyayı keşfetmek gibidir.
Küçük bir su damlasıyla saatlerce oynayabilmesini izlemek; yürürken heyecanlanmasına, koşarken nasıl özgür olduğuna hayran olmak.
Tanıklık edenler bilir, her çocuk yeni bir dünya gibidir.
Karahan ailesi, o pazar günü, Servan’la YİMPAŞ’ın Ankara’daki alışveriş merkezine gittiklerinde, o dünyanın başlarına yıkılacağını elbette bilmiyorlardı.
Bir an için göz önüne getirilmesi bile güç o enkazın altında kalacaklarını, ölünceye kadar kıpırdamayacakları bir yıkıntının altından “sesimizi duyan var mı?” diye bağırmak zorunda kalacaklarını.
2001 yılının o karanlık gününde, o alışveriş merkezinde, her çocuk gibi anne ve babasının biraz ötesinde raflara bakan 4 yaşındaki Servan Karahan’ın üzerine 100 kilogramlık bir dolap düşüverdi. Çığlıklar, koşuşturmalar, dolabı kaldırma çabaları arasında anne ve babası için orada dondu zaman. Günlerin, gecelerin, saatlerin ilerlemediği bir yaşama mahkum oldular çocuklarını dolabın altından çıkartamadıklarında.
Deşifre olan sistem
Küçük Servan, giderken, çok kişinin bilmediği büyük bir iş yaptı. Bütün bir adalet sisteminin eksiğini, gediğini açığa çıkarttı, annesi ile babası her yenildiğinde daha çok deşifre oldu o sistem. Yenile yenile öğrendi aile hesap sormanın ne zor olduğunu bu ülkede.
Olaydan sonra 3 mağaza yöneticisi hakkında dava açıldı. Dolabın tek ayağı boşluktaydı ve duvara monte edilmemişti sırtı dönük biçimde yürüyen Servan’ın üzerine düştüğünde.
Gelişmiş ülkelerde affedilmez olan, buralarda ise “olur böyle şeyler, kader” diye geçiştirilen “hatanın” ardından açılan dava, benzerleri gibi görülüp bitecekti ki, gariplikler başladı. Önce Ankara’daki mahkemenin bilirkişiden talep ettiği raporda, Servan ve ailesi kusurlu bulundu. İkinci raporda kusurlu sayılan mağazaydı. Üçüncü raporda, Servan, 8’de 3 kusurla kurtulmuştu. En azından yaşından küçük bir kusurdu.
Yanlış adrese tebligat
Dava bitti, mahkeme sanıkların 755’şer lira ödemesine karar verdi. Ancak gidip gelen raporlar o kadar zaman almıştı ki ödemeye gerek kalmadı. 7,5 yıl geçmiş, dava zamanaşımına girmişti.
Nedeni araştırıldığında, zabıt katibinin tebligatları bilerek yanlış adreslere gönderdiği ortaya çıktı. Ama elbette ki aynı alanlarda çalışanları cezalandırmak o kadar kolay değildi bu ülkede. Mahkeme açılan davada beraat verdi zabıt katibine.
Dosyayı görmeden rapor
Yargıtay, temyiz edilen davada, tebligatların bilerek yanlış adrese gönderildiğini karar altına aldı. Yeniden yargılanan zabıt katibi 6 ay hapse mahkum edildi, paraya çevrilen haliyle 3 bin TL’ye. Ama Yargıtay bir şey daha istedi:
“Davanın zamanaşımına girmesinin diğer nedenlerinin tespit edilmesini.”
Araştırılırken bir şey fark edildi, bilirkişi heyetinin raporu, bilirkişiler dava dosyasını daha mahkemeden almadan önce hazırlanmıştı. Yani dosya daha incelenmeden görüşleri hazırdı. Yeni bir dava açıldı.
O davada, 3 kişilik heyetten, rapora karşı çıkan bir üyenin çıkartıldığı, sonradan eklenen bilirkişinin ise zaten hazır olan rapora imza attığı anlaşıldı. Ancak mahkeme bu nedenlerle değil, uzmanlıkları dışında bir alanda rapor hazırladıkları için mahkum etti heyetteki iki bilirkişiyi. 1 yıllık ceza denetimli serbestliğe dönüştürüldü. Ancak bu ceza da fazla bulundu. Yargıtay’a göre rapor içeriği nedeniyle ceza verilemezdi.
Aile ise haykırıyordu: “Zaten rapor içeriği değil ki suç olan.”
Beraat etti bilirkişiler. Artık ortada ceza verilecek kimse yoktu.
Malvarlığımız var ama
Ailenin açtığı 500 bin liralık tazminat davasında ise mahkeme 82 bin TL tazminata hükmetmişti. O şirketin avukatları ise davanın 500 bin TL’lik açıldığı için 418 bin TL’lik hükmedilmeyen tazminata ilişkin vekalet ücretinin kendilerine ödenmesini istedi. Aileden 7 bin TL aldılar. 82 bin TL’yi ödemeye geldiğinde ise sıra şirketin yanıtı hazırdı:
“Paramız yok malvarlığımız var.”
O tazminatı da alamadılar.
Ama inat ettiler, defalarca şirketin bulunduğu kente gidip, pay defterlerini aradılar. En sonunda bir icra müdürlüğünden bir pay defterini buldular. O şirketin et ürünleriyle ünlü bir şirketin pay defterine “Servan” şerhini düştüler. Tazminat oranında hissenin satışı yasaklandı. Şirket için problem yoktu, orada öylece durabilirdi yıllarca.
Ancak gün geçti, ülkenin en büyük holdinglerinden biri, o çok bilinen et ürünleriyle ünlü şirkete talip oldu.
O büyük büyük satışların en yüce değer sayıldığı günümüzde, elbette kimselerin bilemeyeceği küçücük bir detay vardı:
“Servan’dan kaynaklı pay.”
O küçük detayı bir çırpıda halledesi tuttu satışı yapacak şirketin. Pay defterine şerh düşülen icra dairesine tazminatı faiziyle yatırdılar birkaç gün önce apansız.
Herkesin “bir adamını bulduğunda bir şeylerin olacağını bildiği” ancak öyle değilmiş gibi yapılan bir ülkeydi burası. Servan ölüp giderken bir ülkenin, bir kentin, bir gündüzün, bir gecenin ne olduğunu bile bilemeyecek kadar küçüktü.
Adaletle yargının aynı şey olmadığını deşifre eden bir küçük hikâye bıraktı.
Daha buralarda yokken de gittiğinde de hikâyeler hep aynıydı.