İstanbul Film Festivali’ni günün birinde evden takip etmek de varmış. Doğrusu, tatsız bir deneyim olduğunu söyleyemem. Trafiğe takılmadan, bir filmden diğer filme yetişmek için koşturmadan, ev konforunda art arda film izlemek, kedilerim ve kahvemle. Ben sevdim.
İzlediğim ilk film Annabelle Attansio’nun yazıp yönettiği “Mickey and Bear” oldu. Şahane bir baba-kız filmiydi. Baba-kız ilişkisi, uzun yıllar çalıştığım, bol bol okuma yaptığım netameli bir konu. Ama bir o kadar da zengin. Bu filmle sermayem biraz daha arttı. Atansio’nun filminde Montana’da küçük bir kasabaya uzanıyoruz. Mickey, lise öğrencisi bir genç kız. Irak Savaşı dönüşünde travma sonrası stres bozukluğu yaşayan, bağımlı bir babası var. Hank. Savaş gibi dehşet, korku ve çaresizlik yaratan olayların sonunda görülen bu stres bozukluğunda kişi uzatılmış bir depresyondadır. Hank’in eşi yıllar önce kanserden ölmüş. Bu birbirlerine kenetlemiş onları. Ama savaşın Hank üzerinde bıraktığı etkiler, alkol problemi, kullanmazsa krize girdiği ilaçlar yüzünden Mickey’nin gözü sürekli babasının üzerinde. Kenetlenme annenin ölümü sonrası yaşadıkları sağlıklı bir sağaltım modelinden bağımlılığa dönmüş durumda. O kadar ki Hank’i Mickey’nin babası olarak izlediğimiz kadar Mickey’i de Hank’in annesi olarak görüyoruz. Ev işleri, yemek bir yana, babasının her şeyiyle o ilgileniyor. Bu darmadağın adamı o topluyor. Sabahları, gece içip olay çıkardığı için hapishanede tutulan babasını gidip alma görevi ona düşüyor. Ona bir şey olacak diye ödü kopuyor. Psikiyatrlarıyla görüşmeler yapıyor. Babasının kırmızı reçeteli ağrı kesicisi zamanından önce bittiğinde ve doktor süre dolmadığından yenisini vermediğinde, reçete çalmayı bile göze alıyor.
Hank, bütün bu süreci, kendini acındırmaya çalışarak, bolca da kendine acıyarak, Mickey’nin onu bırakıp gitme ihtimalinin yarattığı anksiyeteyle, babalığın en temel kodlarından bile uzak şekilde yaşıyor. Küçük bir erkek çocuğu, ergen kalmış bir yetişkin gibi. Kızını sevmesine seviyor ama zaman zaman psikolojik şiddete varan eğilimleri onu çekilmez biri yapıyor. Ve böylesi zor birini hayatta tutmak da 18 yaşında bir genç kızın omuzlarında. Mickey, bu yükü acıma duygusuyla görevmiş gibi taşısa da dışarıda devam eden bir hayat var. İçinde kaynayan bir varoluş isteği. Uzakta bir yerde üniversiteye gitmek şeklinde kafasında dönüp dolaşan. İyi de bu haldeki bir babayı nasıl bırakıp gitsin? Ama insanın kendi varoluşuna sahip çıkma isteği de yabana atılacak gibi değil. Gerçekleştirilmediğinde nefesini keser insanın. Mickey tam da bu durumda. Zor soluk alıyor babaevinde.
Analitik psikolog Marion Woodman’ın dediği gibi, “Babamızın evinden çıkıyorsak, kendimize güvenen biri olmalıyız. Yoksa başka bir babanın evine düşeriz”. Mickey’de bu güven fazlasıyla var. Öldürmeyen acısı güçlendiriyor onu da. Peki ama gerçekten o evden çıkabilecek mi?
Bağımlı bir baba-kız ilişkisinin anlatıldığı film, hiçbir duygu sömürüsüne izin vermeden büyük bir soğukkanlılıkla, bu tip bir ilişkinin dinamiklerini ortaya seriyor. Mickey’i canlandıran Camila Morrone’nin oyunculuğu film eleştirmenlerinden büyük övgü aldı. Filmin kendisi de ödülden yana şanslı. Boston Bağımsız FF Kurmaca Film Jüri Büyük Ödülü, Montclair Gelecek/Şimdi ve Audible Storyteller Ödülleri, Nantucket Kusursuz Sinemacılık Ödülü ve New Hampshire En İyi Kurmaca Film Ödülü. Görmenizi isterim.