Yıl 1962. Gökyüzünden kayan parlak bir yıldız düşer Türk sinemasına, güzelliğiyle seyircinin nefesini keserek. Yer yerinden oynar. Toplumsal gerçekçi akımın güçlü kalemi, köy edebiyatının öncülerinden Fakir Baykurt’un Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan aynı adlı kitabından uyarlanan, senaryosu ve yönetmenliği Metin Erksan’a ait “Yılanların Öcü”dür bu yıldız. Daha vizyona girmeden sansürle karşılaşır. Köy gerçeklerini çarpıttığı iddiasıyla. Metin Erksan, filmini alıp Cemal Gürsel’e gider ve filmin üzerindeki yasak bizzat Başbakan Gürsel tarafından kaldırılır. Evinin önüne ev yapmak isteyen Haceli’ye, onu koruyan kollayan köy ahalisine ve muhtara karşı, oğlu, gelini ve üç küçük torunuyla tek göz odada yaşayan Irazca’nın verdiği mücadeleyi anlatır film. Irazca rolünde o güne dek 35 filmde yer almış karakter oyuncusu Aliye Rona vardır. Bu film onun dönüm noktası olur. O kadar ki “Yılanlar’ın Öcü”nde Aliye Rona sergilediği oyunculukla Türkiye’de feminizmin başkaldırısını başlattı” haberleri çıkar. Rona, filmde Irazca rolüyle ikinci cins kabul edilen kadının gücünü, cesaretini, kararlılığını, eğilmez bükülmez başını, varoluşunu salt erilliğine yüklemiş bir köy dolusu zavallı erkeğin karşısında başı dik sergiler.
Biz Aliye Rona’yı imza attığı 206 filmde çoğunlukla ‘kötü’ kadın karakter rollerinde izledik. Peki bu keskin yüz hatlarıyla ürküten, alev ateş gözlerindeki öfkeyle kasıp kavuran kadın gerçekte kimdi? Bu soru ekim sonunda Remzi Kitabevi’nden çıkan Arın Dilligil Bayraktaroğlu’nun yazdığı “Bir Aliye Rona Vardı” adlı kitapta cevabını buldu.
Aliye Dilligil Rona, Osmanlı döneminde, Suriye’nin Deraa şehrinde Hicaz Demiryolu inşaatında görevli Rahmi Dilligil ve Serfinaz Dilligil’in küçük kızları olarak 1920’de dünyaya gelir. Rahmi Bey’in farklı kadınlardan olan farklı şehirlerdeki çocuklarıyla birlikte kalabalık bir ailedir Dilligil Ailesi. Bir süre sonra İstanbul’a tayin edilirler. Kadıköy’deki komşuları Rus göçmeni tiyatro oyuncusu Petro sayesinde Aliye ve abisi Avni çocuk yaşta sahneyle tanışır. İlk izledikleri oyun Çehov’un “Ayı” piyesidir. O gün içlerine düşen tiyatro aşkı bu iki kardeşi iki dev oyuncu yapacaktır: Avni Dilligil ve Aliye Dilligil Rona.
Biyografik roman tarzında yazılmış kitap, bu süreci kronolojik olarak hikâye ediyor. Annesinin “Benim kocaman sesli kızım” dediği Aliye, Beyoğlu Akşam Sanat’ta dikiş kursuna gidiyor. Bir nişan denemesi oluyor. Ama nişanlısının üzerinde tahakküm kurma çabalarını erken sezip hiç düşünmeden atıyor nişanı. 1937’de Kadıköy Halkevleri’ndeki temsillerde rol almaya başlıyor. Değişmeyen hocası, ona oyunculuğu öğreten, Türk sinemasının ve tiyatrosunun efsanevi oyuncu ve yönetmenlerinden olan abisi Avni Dilligil.
Belki hâlâ bir şans vardır
Rona’nın hayatına kitap ekseninde göz atmaya devam edelim. Nâzım Hikmet ve Vâlâ Nurettin ile tanışması. Nâzım’ın getirdiği tüm tiyatro metinlerini okuması. Florya’da giderdiği yüzme tutkusu. Tiyatro oyuncusu Zihni Rona ile yaptığı evlilik. İzmir şehir Tiyatrosu’nda oynadığı oyunlar. “Tiyatroda demokrasi olmaz. Yönetmen nasıl istiyorsa sahneyi o şekilde oluşturur” diyen abisini bırakıp eşiyle yeniden İstanbul’a taşınması. Ferdi Tayfur’dan gelen ilk sinema oyunculuğu teklifi. Çocukları olmadığı için altı yaşındaki Ayşe’yi eşiyle birlikte evlat edinmeleri. Eşinin ortak hesaplarındaki çoğu Aliye’ye ait paranın yarısını çekip gizlice kız kardeşinin üzerine ev alması sonucu dağılan evlilik. Kızı Ayşe’yle 90 merdiven çıkmak zorunda kaldığı küçük bir daireye taşınması, ona tek başına bakması. Art arda gelen film teklifleri. Yılda 10 film. Babasını ve abisini kaybedişi, yaşadığı büyük travma. Fethi Deniz isimli oyuncuyla tanışması. Geç yaşta gelen büyük aşk. Çocuğu yüzünden eşinden ayrılamayan sevgiliyle yaşamaya gönül indirmek zorunda kaldığı bu gizli ilişkinin üzüntüsü. Yaşlılık. Demans. Ailenin üyelerinin farklı ülkelere dağılması. Giderek uzaklaşan dostlar. Maddi sıkıntılar. Yalnızlığı ve ilerleyen hastalığı yüzünden mecburen kaldırıldığı huzurevinde gördüğü şiddet. Beyin kanaması ve Karacaahmet Mezarlığı.
Aliye Rona’nın hikâyesinde en dikkat çeken yan, filmlerinde çizdiği güçlü kadın portresinin hayatında da bir karşılığının olması. Sinemada kötüyü oynarken gerçek hayatta iyilikten doğruluktan ayrılmaması. Ailedeki her krizi tek başına ve ustalıkla yönetmesi. Irazca’nın adalet duygusuyla. Böyle geçmiş 75 yıllık hayatı. Kitapta 1988’de Rona’nın anı defterine Tarık Akan’ın yazdığı şu cümle çok önemli: “Sanata ve sanatçıya değer veren bir toplumu mutlaka yaratacağız Aliye Abla, hiç kuşkun olmasın”. Akan’ın dileği ve inancı gerçekleşseydi Türk sinemasına 206 filmlik emeği olan Aliye Rona, başka koşullarda ve mutluluk içinde veda edecekti hayata, buna kuşku yok. Üstelik onun dramı son da olmadı. Birçok Yeşilçam emektarı benzer sonlar yaşadı.
Belki hâlâ bir şans vardır. Belki Tarık Akan’ın sözünü ettiği vefa ve değer duygusu bir gün yerleşecektir topluma. “Bir Aliye Rona Vardı” gibi kitaplar, güçlü kadın manifestoları şeklinde okunacağı gibi, o ‘belki’yi gerçekleştirebilmek için de önemli. Okumanızı çok isterim.
İyi pazarlar.