Amerikalı yazar, eleştirmen, sinemacı, tiyatro yönetmeni, aktivist. 20. yüzyılın en saygın düşünürlerinden biri. Daniel Schreiber’in deyişiyle, “entelektüel bir ikon”. Bu tanımlamaların hepsi muhteşem bir yazarı anlatır: Susan Sontag. Türkiye onu “Bir Metafor Olarak Hastalık” adlı kitabıyla tanıdı. Ardından “Ben, Vesaire” adlı öyküleri yayımlandı. Onları diğer kitapları izledi. Bu kez Epsilon Yayınları’ndan Ayça Sabuncuoğlu’nun çevirisiyle çıkan “Daima Susan” adlı biyografisiyle karşımızda Sontag. Kitabın yazarı Sigrid Nunez. Amerikalı bir yazar. Türkçeye tek kitabı çevrilmiş. Adı “Dost”. Bugün 70 yaşında olan Nunez, Columbia Üniversitesi’nde Güzel Sanatlar Yüksek lisansını bitirdikten sonra henüz 25 yaşında umut vaat eden genç bir yazarken tanışıyor 43 yaşındaki Susan Sontag ile. Sontag’ın keskin zekâsı ve denemeleriyle efsanevi bir kişiliğe dönüşmeye başladığı yıllarda.
Nunez ve David
Nunez bir süre Sontag’ın asistanlığını yaptıktan sonra yazarın oğlu David ile birlikte oluyor. Hemen ardından üçü aynı evde yaşamaya başlıyorlar. Nunez, Sontag’ın kendisindeki emeğini inkâr etmiyor ama öyle bir Sontag güzellemesine imza attığı da söylenemez.
Başlangıçta tatlı dilli hoşsohbet bir Susan Sontag görüyoruz. Meme kanserini henüz atlatmış. Çalışmak ve eğlenmek isteyen. Her zaman pantolon ve spor ayakkabılarla gezen, siyah giyinen, kol çantası taşımayı reddeden. Kanser sonrası alınan memesinin yerindeki yara izinden utanmayan, onu göstermekten çekinmeyen bir kadın. Makyaj yapmıyor. Erkek parfümü Dior Homme’u kullanıyor. O başının önündeki bir tutam beyazı, döküldükten sonra yeniden çıkan kendi saçı; kalanı boya.
Mizah duygusu yok
Sınıf ayrımına inanmıyor. Evini temizleyen eğitimsiz genç kadının “güzel, kendiliğinden aristokrat bir tavrı” olduğunu fark edebiliyor örneğin. Güzelliğe ve zekâya düşkün. Kendiliğinden öğretici ve ahlakçı. İlk kez tanışan biri bile yanından bir okuma listesiyle ayrılıyor. Tek başına kalamıyor. Evde mutlaka birilerinin olmasını istiyor. Örnek aldıklarını ilahlaştırıyor. Azimli, rekabetçi. Sınıfın en iyi öğrencisi olmak isteyen büyük bir ‘çocuk’. Mizah duygusu pek yok. Ciddiyet onun için çok önemli. Ciddiye alınmak da. En büyük değeri ise onu güldürebilenlere veriyor. Çok seyahat ediyor, her gece dışarı çıkıyor.
İçindeki nefret
Odaklanma ve konsantrasyonunu güçlendirecek bir ilaç kullanıyor. Öyle her gün düzenli yazan biri değil. Başka hiçbir şey yapmayacağı zamanlarda ilacını alıp daktilonun başına oturuyor, masasından nadiren kalkıyor, gece gündüz bir an bile ara vermeden çalışıyor. Anlatma tutkusu inanılmaz. Akşam dışarı çıktı, gezdi eğlendi ve eve mi döndü; bu ona yetmiyor. David’le Nunez’in odalarına girip onları uyandırarak geçirdiği geceyi anlatmadan edemiyor. Oğluyla bağımlı bir ilişkisi var. Onsuz yaşamayı düşünemiyor bile. Hayatında yaptığı her şey öncelikle David’in sevgi ve saygısını kazanmak için. Nunez’e göre dünyadan mutsuz Sontag, bu yüzden de birilerinin canını yakmak istiyor. Yakın çevresinde hep bir şamar oğlanı bulunduruyor. Yine ona göre “sadist ve mazoşist”. İçinde çok fazla nefret var.
Evlerden ırak anne
Peki, nasıl oluyor da bu kadar karanlık ve kötücül bir portre çıkıyor ortaya? Sır, bir an evvel kurtulmak istediği çocukluğunda saklı. Evlerden ırak bir annesi var. Sontag’ın kanser olduğunu öğrendiğinde ona bir elektrikli battaniye göndermekle yetiniyor. Kızına hiç sevgi göstermemiş, yüreklendirmemiş, yeteneklerini görmezden gelmiş, soğuk bencil, narsist bir kadın. Susan’ın bakımıyla okuma yazması olmayan Rosie adlı bir kadın ilgileniyor. Babası beş yaşındayken veremden ölüyor. Babasını tanıyacak fırsatı olmasa da böyle bir anneden dünyaya gelemeyeceğine o kadar inanıyor ki ister istemez babasını idealize ediyor. Doğuştan akıllı, hayran olunabilecek nitelikleri olan bir adam olarak kodluyor hiç tanımadığı babasını.
Terapi süreci
50’sindeyken orta yaş depresyonuna giriyor. Daha önceleri terapiyi reddettiği halde, bu defa bir psikiyatriste gitmeye başlıyor çünkü artık yataktan çıkamaz hale geliyor. Terapistle konuştuklarını Nunez’le paylaşıyor sık sık. “Terapistim bana ‘Neden oğlunu babaya çevirmeye çalıştın?’ diye sordu, kulaklarıma inanamadım. Ama sonra dank etti” derken ağlıyor Nunez’e telefonda. Dahası ikisi birlikte ağlıyorlar.
Zor kişiliğinin nedeni o kadar açık ki. Erken yaşta kaybedilmiş bir baba ve onu asla gerçek anlamda görmeyen, sevmeyen buz gibi bir anne. Baba idealizasyonu da yetmiyor bir süre sonra. Onun yerine birini koyması gerekiyor. O da oğlu David oluyor.
Dağılmış aile üçgeni
Nunez’in anlattıkları kafamdaki Sontag portresine hiç uymuyordu. Ama bilirim ki iyi yazı yazan her yazar iyi insan olmayabiliyor. Bu noktada nereden yara aldıklarına bakarım. Genellikle onları haklı çıkaracak sebepleri vardır. Sontag için de böyle. Dağılmış anne baba çocuk üçgeninden sağlıklı bir şekilde çıkamamış. Bu yüzden benim için yazının başında söylediğim gibi hâlâ muhteşem bir yazar Sontag. Nunez onu pek affetmiş görünmüyor ama “Daima Susan” bunu yapabileceği bolca malzemeyle dolu. Okumanızı çok isterim.
İyi pazarlar.