Bu pazartesi yeni çıkan kitaplar arasında dolaşıp içlerinden birini yanıma alamadan son verdim geziye. Instagram’a girdim sonra. Bir türlü ikna olamadığım mutluluk halleri, like menşeli postlar arasında gezinirken, “Edebiyat Terapi” adlı kitabı Doğan Kitap’tan çıkan Psikolog Mine Özgüzel’in sayfasında durdum. Siyah beyaz bir Hermann Hesse fotoğrafının altında şöyle yazıyordu: “Pek çok kişinin yürüdüğü yolu değil, kendimize özgü olanı inatla izlemeliyiz. Başkalarının peşine takılmak, başkalarına ayak uydurmak değil. Tutkularımıza tutunmalıyız. İnsanın özbenliğini işleyen Hermann Hesse’nin ‘Peter Camenzind’ini okumalıyız”.
Dünyayı görüp tanımak
Aradığım kitabı bulmuştum. Hemen bir kitap sitesine girip sipariş verdim. Can Yayınları’ndan Kamuran Şipal çevirisiyle çıkan Hesse’nin ilk romanı “Peter Camenzind” iki gün sonra elimdeydi. Usul usul, iddiasız başladı roman. İsviçre’de bir dağ köyünde yaşayan Peter Camenzind’in çocukluğunun izini sürdüm bir süre. Annesi, babası, mucit dayısı Konrad, orman güllerinden bir dal koparıp evinin merdivenine bırakabilmek için yalçın kayalıklara tırmandığı platonik aşkı Rösi... İnsanların sanki doğuştan getirdikleri bir kederle yaşadıkları yavan köy hayatından sıkılan Peter, çareyi yollara düşmekte buluyor. Dünyayı görüp tanımak istiyor.
İnsan içine karışmak
Fransa, Almanya, İtalya hattında dolaşıyor yıllar yılı. Üniversiteye giriyor, yazar olmaya karar veriyor, kitap eleştirmenliğine başlıyor. Geldiği o ücra köydekinden çok daha renkli bir hayatı oluyor. Ama derin bir mutsuzluk hali yakasını bırakmıyor. İnsan nereye gitse kendisini de götürdüğünden zaar, bütün o ülkeler arasında yaptığı yolculuklara hüznü de eşlik ediyor. Kadınlarla ilişkilerinde yaşadığı hayal kırıklıkları, en yakın arkadaşının ırmakta boğulması derken depresyonun içinde buluveriyor kendisini. Gittiği doktor ona insan içine karışmasını öneriyor. Onlarla ilişki kurmasını. Söz dinleyen Peter, yarı entelektüel sosyetik bir topluluğun haftalık buluşmalarına katılıyor ama aradığını bulamıyor. Kendini meyhaneye dar atıyor. Şaraptan medet umuyorsa da nafile. O karanlık hüzün hali giderek derinleşiyor.
Doğanın dilini sökmek
Gel zaman git zaman, doğada yaptığı gezilerden birinde rüzgârın çok sesli uğultusunu fark ediyor. Çayların derbentler içinden gümbürtüyle geçişini. Doğanın dilini sökmeye başlıyor. Ona sevgiyle bağlanıyor. İnce nüansları algılıyor, yaşamın nabzını hissediyor. Bu farkındalığı anlatan bir roman yazmaya karar veriyor. Her şey iyi güzel ama bir eksik olduğunu seziyor. “Daha mutlu ve daha derinliğine yaşamak, kendini varlığın özüne yakın hissetmek” için o eksiği aramaya başlıyor. Çok da uzakta çıkmıyor: Doktorunun da önerdiği insan sevgisinde. Köyüne gidip yıllardır ihmal ettiği babasıyla ilişki kurmayı deniyor. Bu ilk deneme hoşuna gidiyor. Evine döndüğünde ‘insan yaşamının sıcak yakınlığını’ sosyete ve entelektüel çevre içinde değil, halktan insanlar arasında aramayı kafasına koyuyor. İtalya’nın Umbria bölgesinin merkezi olan Perugia’ya gidiyor. Oradaki ev sahibi başta olmak üzere yöre halkıyla küçücük kameriyelerde oturup birbirinden güzel sohbetler etme fırsatı buluyor. Onlara Aziz Francesco’dan hikâyeler anlatıyor, manavlığın sırlarını, meyve almanın, mutfağın gizlerini içeren konuşmalar dinliyor, yaşamdaki mizahı seziyor.
Özünün yeşerdiği yer
Diyor ki: “Giderek şunu daha iyi görüyordum ki, arada kesin sınırlar yoktu; küçük, ezilmiş ve yoksul insanlar arasında yaşam, talihin yüzlerine güldüğü seçkin insanlar arasındaki kadar renkli olmakla kalmayıp çoğu kez daha da sıcaktı, daha hile hurdasız ve daha örnek alınacak gibiydi.” Bütün bu sürecin sonunda yıllardır yakasını bırakmayan hüzün deri değiştiriyor, yerini yaşama sevincine bırakıyor. Ardından, babasının rahatsızlığı nedeniyle doğanın içine insanı yerleştirmek suretiyle bulduğu mutluluk iksirini yanına alıp köyüne geri dönüyor. Babasıyla ve köylülerle ilişkisi derinleştikçe mutluluğu daha da katlanıyor. Özünün yeşerdiği yerde, büyük kentlerin dayattığı tüm kalıplardan kurtuluyor, ruhsal derinliğiyle hemhal oluyor. Uzun yıllar süren mutluluk arayışının tam da o derinlikte saklandığını fark ediyor. Özüyle buluşmanın, kendisi gibi olmanın hazzıyla başı dönüyor, ayakları yerden kesiliyor adeta. Hayalini kurduğu romanı yazmaya başlasa da, yaşamın bir roman yazmaktan daha az değerli olmadığını iliklerine kadar hissediyor.
Kendimize özgü olanı izlemek
Asla bir hadi gel köyümüze geri dönelim romanı değil “Peter Camenzind”. Özünüz neredeyse, kentte, kırda, plazalarda, her neredeyse onu bulup çıkarmanın başyapıtı! Mine Özgüzel’in “Pek çok kişinin yürüdüğü yolu değil, kendimize özgü olanı inatla izlemeliyiz” sözünün roman hali. Ve hiç kuşkusuz, kapanmada okuyabileceğiniz en iyi kitaplardan biri.