Koronavirüs salgını başladıktan sonra her akşam açıklanan ‘vaka sayısı/ vefat sayısı/ iyileşen hasta sayısı’ verilerine bakarken tüm o rakamların arkasındaki insanları düşünüyorum. Yoğun bakımdakileri, entübe edilenleri. Neler yaşadıklarını, hissettikleri ‘ölüm korkusu’nu, yaşamak adına gösterdikleri direnci. Sonra yakınlarını, onların kaygılı bekleyişlerini ve yine rakamlarla örtülmüş ölüm acılarını. Ne kötüdür sevdiğiniz birinin ağır bir hastalığa yakalanması. Aranızdaki ilişkinin bütün pratikleri değişir. Hastalık önceliği alır. Hastayla ve arkadaşları olarak birbirinizle kurduğumuz iletişim hüzün, ağrı, mutsuzluk, anlık neşeler, umutlar, umutsuzluklar ve tedavi süreci üzerine bina edilir. İlaçlar, yan etkileri, doktorlar sohbet konularının başında yer alır. Kendi hastalık kaygınız da pekişir. Daha dün bir kafede kahve içip sohbet ettiğiniz dostunuzun hastane odasında, o beyaz çarşaflarda ağrılar içinde yatışı, o oluş hali sırasında kurmaya çalıştığınız ilaç kokulu cümleler…
Bu duyguları 10 yıl önce yaşadım en son. Milliyet Sanat’ın sayfa sekreteri Güler, arkadaşım, bir gün göğsündeki kitleyi kontrol ettirmek için gazeteden çıkıp hastaneye gitti; o günden itibaren uzun zaman meme kanseri, kemik ve beyin metastazıyla mücadele etti. Ne yazık ki bir daha aramıza geri dönemedi. Oysa yağ bezesidir geçer, ertesi gün işe gelir diye ummuştuk. Olmadı. Bir yıl sonra kaybettik Güler’i.
Arkadaşları olarak, sık sık ziyaret ediyor, bugün şöyleydi, bugün böyleydi, yüzüne renk gelmişti, çok halsizdi diye izlenimlerimizi paylaşıyorduk. Bu hafta Can Yayınları’ndan çıkan Susan Sontag imzalı “Böyle Yaşıyoruz Artık” ı okurken yeniden o günlere döndüm. Bu gün benzer günler geçirenleri düşündüm yine.
Kitap, Sontag’ın yakın bir arkadaşının AIDS’e yakalandığını öğrenmesiyle yazmaya başladığı, 1986’da The New Yorker’da yayımlanan kısa bir öyküden oluşuyor. Arkadaşının hastalığını öğrendiği günün akşamı üzüntüden perişan olmuş halde, kimbilir belki o da “Yaz/geçer” diye düşündüğünden kağıda kaleme sarılıyor. O geceyi şöyle anlatıyor Sontag: “Hikaye bana verildi ve doğmaya hazırdı. Küvetten çıktım ve çok hızlı bir şekilde ayakta yazmaya başladım. Hikayeyi kendi kanserim ve bir arkadaşımın inme/felç deneyimlerinden yola çıkarak iki gün içinde çok hızlı bir şekilde yazdım”.
AIDS’le savaşan isimsiz kahramanın Sontag’ın da aralarında bulunduğu arkadaşlarının içiçe geçmiş diyalogları üzerine kurulan öykü AIDS’in Amerika’da yoğun olarak yaşandığı bir dönemde geçiyor. Öyküdeki karakterler, hastalık ve ölüm üzerine düşüncelerini arkadaşlarının yaşadıkları ışığında paylaşıyor. Uzun bir sohbet aslında bu öykü. Herkes yaptıkları hasta ziyareti deneyimini birbirine anlatıyor. Ziyaretçi trafiğini, bu ziyaretlere verdiği tepkileri, kendilerine duyduğu ihtiyacı… Hastanedeki odasında günlük tutmaya başlayan hasta karakterin bu kararını değerlendiriyorlar uzun uzun. Günlük gelecekte okunmak içindir düşüncesindeki gelecek vaadiyle mutlu oluyorlar, günlükteki el yazısının bozulmasıyla endişeleniyorlar. Hastalık sadece hastanın olmaktan çıkıyor, arkadaş çevresinde de bir aidiyet kazanıyor; birbirleriyle olan ilişkilerini etkiliyor, dönüştürüyor.
Ardından hasta adam evine dönüyor. Arkadaşları ona evde bakmak için seferber oluyor. Deneysel tedavi ilaçları tartışılıyor. Kimine göre arkadaşlarının kurduğu bir aile onlar. Kimi bunu kabul etmiyor; bazı arkadaşların daha yakın olduklarını söylüyor. Hasta yakınları arasındaki en yakın olma psikolojisi tartışılıyor.
Hastalık ve ölüm hakkında kısa ve vurucu bir metin bu. “Metafor Olarak Hastalık”ın yazarı Susan Sontag’ın kaleminin kudreti her satırda dikkat çekiyor. Öyle ağırlık yapan bir kitap değil “Böyle Yaşıyoruz Artık”. Yorucu olmayan kısa felsefi bir sohbet. Ve önemli farkındalıklar yaratma gücüne sahip. Okumanızı çok isterim.