İki çocuğum, bir de kızım var. Erkek adamın erkek çocuğu olur. Hiç erkek doğurmadın, bütün mirasınızı damatlar yiyecek. Ataerkil toplumlarda yaygın ifadeler bunlar. Kız çocuğun çocuktan sayılmaması, erkeklik hatta kadınlık nişanesinin erkek çocuk sahibi olmayı gerektirmesi. Üstelik bunlar kadının meseleleri kabul edilir. Yanlış (!) spermin sorumlusu o olmadığı hâlde, fatura kadına kesilir. O, kocasına bir erkek evlat verememiştir.
Kadın, kadın olmakla ilgili maruz kaldığı onlarca haksızlık yetmezmiş gibi dünyaya getirdiği çocuğun cinsiyeti üzerinden bir de psikolojik şiddete uğrar. Eksikli görülür. Defolu. Artık devir değişti, gerçeği herkes biliyor diyebilecek durumda değiliz. Hâlâ birçok kadın ‘erkek çocuk sahibi olma’ stresi yaşıyor evliliğinde. Bizde ve dünyanın farklı coğrafyalarında.
Amjad Al Rasheed’in ilk uzun metrajlı filmi “Inshallah a Boy / İnşallah Erkek Olur” konuya miras meselesini odağına alarak, kadın olmakla ilgili yan hikâyeleri de kullanıp son derece vurucu bir yorum getiriyor. Bu yıl Cannes Film
Hepimizin kendimize ait bir hikâyesi vardır. Hayatımız boyunca yaşadığımız olaylar, başarılar, cv’miz, anılarımız, hayallerimiz, prensiplerimiz, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz. Uzar gider liste. Hiç durmadan, soluk almadan anlatırız. Severiz kendimizi anlatmayı, karşımızdakinin anlatılarının içine kendi hikâyemizi tıkıştırmayı. Peki anlattıklarımız ‘gerçek’ hikâyemiz midir? Hiç içimize dönüp bakmadan tamamen dış dünyanın getirdikleriyle oluşturduğumuz bu hikâyeler? “Hayır” diyor Psikolog Mine Özgüzel, geçen hafta Doğan Kitap’tan çıkan “Yaşam Hikâye mi?” adlı yeni kitabında. Özgüzel’e göre “Dış hikâyeler anlattıklarımız, iç hikâyeler anlatamadıklarımızdır.” Peki neden önemli bu iç hikâyelerimiz? Çünkü “Yaşamımızdaki anlamı oluşturabilmemiz ve kendimize ait algılara gidebilmemiz için hikâyelerimizin tanımına ihtiyacımız var”. Hayatımızın bir anlamı olması, kendimizin yaratıcısı olmakla mümkün. Yine
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Hayattaki en büyük zenginliği kardeşleri olan biri olarak bu noktaya gelmem öyle çok da şıpın işi olmadı. Bir sürü kardeş kıskançlığından geçtik. Büyük kavgalar ettik. Beş benzemez kız kardeş durumumuz nedeniyle çatışmalarımız hep vardı. Birbirimizden kıyafetlerimizi sakladık kilitli dolaplarda. Akıllı ve çalışkan olarak sınıflandırıldığımızdan, akıllı sınıfı çalışkan sınıfını hor gördü. Annemizin ya da babamızın üstümüze titreme seviyelerini çarpıştırdık. Kimimiz anneci kimimiz babacı olarak saflara ayrıldık. Ablalığın ezici gücünü (!) acımasızca, kardeş olmanın sefilliğini (!) gözyaşlarıyla yaşadık. Sonra bir gün geldi, garip bir şekilde aramızdaki yaş farkları kapandı. Birbirimizi daha iyi anlar olduk. ‘En yakın arkadaşlar’ listemizin ilk dört sırasına biz geçtik. Ez cümle kardeşlik, son derece dönüştürücü bir büyüme hikâyesi. Tarifsiz güzellikte bir hediye.
Başar Başarır’ın Can Yayınları’ndan çıkan yeni romanı “Dünyanın Bütün
Mustafa Kemal Atatürk’ün, 100. yılını kutladığımız, tarihin en görkemli uygarlık projelerinden biri olan, ‘en büyük eserim’ dediği Cumhuriyet’i kurmasında devlet adamlığı ve başkumandanlığı konusundaki üstün liyakati kadar zengin entelektüel birikiminin de etkisi büyüktür. Daha çocuk yaşlarda eline geçen her iki kuruşluk harçlığın bir kuruşunu ayırdığı kitaplarla ilişkisi ölümüne dek artarak devam eder. Savaştığı cephelere sandıklarla kitap taşıtır. Konakladığı yerlere de. Zengin kitaplığının yanı sıra resmî ve özel kütüphanelerden getirttiği kitapları büyük bir dikkatle okuyup geri verir. Yabancı dillerdeki yeni kitapları, etrafındaki düşün adamlarına tercüme ettirip özetlerini okur. Afet İnan’ın anılarında sözünü ettiği gibi “Atatürk’ün bir entelektüel hayatı daima var olmuştur. Zevk için okumuş, bilgi edinmek için okumuş, nihayet siyasi nutuklarına ve yazdıklarına kaynak olması için okumuştur. Örneğin bazen gece toplantılarında eski
Türk basın tarihinde bir ‘olay’dır Markopaşa gazetesi. Emekçi bir başarı öyküsüdür. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinin en çok satan gazetesidir. İlk sayısı 6 bin basılır. Ardından 10 bine çıkar tiraj. Sonra 15 bine. Dördüncü sayıyla birlikte 25 bine. Sekizinci sayıda rakam 34 bine ulaşır. Türkiye’nin en çok satan gazetesinin 20 bin sattığı bir dönemde muazzam bir başarıdır. Üstelik sadece dört sayfadır. Bir gazete kâğıdının ikiye katlanmasıyla oluşan.
25 Kasım 1946’da yayımlanan ilk sayısının ardından 12 Eylül 1949’a kadar toplam 53 sayı çıkabildi Markopaşa. Ama ne güçlüklerle! ‘Kökü dışarıda gazete’ suçlamasıyla, komünist perspektiften yayın yaptığı gerekçesiyle başına gelmeyen kalmadı. Gazeteyi basmaktan çekinen, basmasın diye emir alan matbaa sahipleri yüzünden tam 11 matbaa değiştirdi. Gazete aleyhine 28 dava açıldı, 2.5 yıllık yayın hayatı boyunca. Yazarları hapse girdi, sokakta sivil polislerce takip edildi, yüzlerce ölüm tehdidi aldı,
Bu hafta, ‘70’li yıllar Ege’sinin sahil kasabalarından birinden çıkageldi evime bir grup deli karakter. Yazarının gözlerinden taşıp döküldükleri beyaz kâğıtlarda edebiyatın rahle-i tedrisinden geçen ‘öykü’lerini sırtlanarak. Buyur ettim içeri. Kahveye hayır demediler. Her biri gönül rızasıyla seçmiş deliliği. İçlerinden Perizat’ın söylediğine göre kötülük yapmaktan, başkalarının hayatına müdahil olmaktan, onları değiştirmeye çalışmaktan, yaşamak için başkalarını ezip geçmekten vazgeçene biçiliyormuş deli gömleği o vakitler. (Şimdi de öyle değil mi?) Gömlek lafın gelişi, onlar elmas bir gerdanlık gibi boyunlarına takmışlar deliliği. O gerdanlıktaki edebiyat işçiliği öyle her öykü kitabında karşımıza çıkanlardan değil. Bayağı usta işi. Ustanın adı Çağan Irmak. Kitabın adı “Gözümden Deliler Taştı”. Doğan Kitap yerleştirmiş ‘elmas’ vitrinlerine.
İlk deli Cigaralı Naciye. Kasabaya gelen hiçbir filmi kaçırmamış.
20’li yaşlarımın başlarında, “Bir Genç Kızın Anıları” kitabı sayesinde tanıştım Simone de Beauvoir ile. Büyülendim. Çocukluğundan alıp üniversite yıllarına kadar izini sürdüğü anılarında benim cılız sesle dahi edemediğim isyanları nasıl yüksek sesle ifade ettiğini görünce rehberimi bulduğumu hissettim. Sonrası yeni yaşlarımla birlikte geldi: “İkinci Cins”, “Konuk Kız”, “Başkalarının Kanı”, “Mandarinler”, “Sessiz Bir Ölüm”…
“Sabah kalk, evi topla, yemek yap, öğle yemeği, bulaşık, akşam yemeği, bulaşık… Benim hayatım böyle, anneminki gibi geçmemeli” diyordu “Bir Genç Kızın Anıları”nda. Özgür bir yaşamın şifrelerini çözmekte kullandığı matematik, o özgürlüğe sahip çıkma konusundaki felsefesi, aklımı başımdan almıştı. Onu okuyan sayısız kadın gibi okumakla kalmadım, Simone de Beauvoir olmak da istedim. Bu yüzden, gazeteciliğe ilk adımlarımı Duygu Asena’nın yanında atmamın tesadüf olduğuna inanmamışımdır hiç.