Geçen ay sosyal medyasında şöyle bir paylaşım yaptı Murathan Mungan: “İstiklal Caddesi’ndeki bir kitapçıda, bu konuda geçmiş deneyimlerimden ötürü yazarın, kitabın ve yayınevinin adını tane tane ‘artiküle ederek’ bir kitap sordum. Kitabevinin ilgili çalışanı bilgisayar ekranına baktıktan sonra, ‘Beyefendi burada Deniz Batur diye bir yazar görülmüyor’ dedi.”
Büyük ticari kuruluşlar olan zincir kitabevlerinde durum böyle. Bir görevliyi yakalamaya çalışıyorsunuz önce. Ardından birlikte bilgisayar başına geçip almak istediğiniz kitabı söylüyorsunuz. Görevli yerini tespit edip, eğer doğru anladıysa kitabı-yazarı, bulup size veriyor. Enis Batur’un adını hiç duymamış olup Deniz Batur sanmadıysa… Tıka basa dolu bir hipermarkette “Peynirler nerede?” sorusuna aldığınız yanıt kadar soğuk, kitabın ruhundan uzak deneyimler. Elbette ekmek parası kazanmak için bir zincir kitabevi şubesinde göreve başlayan 20’li yaşlarındaki bir gencin bütün yazarları tanımasını
1960 darbe döneminde mahkemeye çıkarılan Sevgi Soysal’a askerî yargıç sorar: “Ne iş yapıyorsun?” Soysal cevap verir: “Yazarım”. Yargıç katibe döner: “Yaz kızım, mesleği ev kadını”. Kadının şairden, yazardan sayılmadığı dönemlerden bugüne çok şey değişti. Türk edebiyatı nice kadın yazar ve şairin kalemleriyle zenginleşti, derinleşti. Onlara hakkını teslim etti. Bugün artık esamesi okunmayan o yargıçların, ev kadını saydığı şair ve yazarlara okurları sahip çıktı. Elbette erkeklerin çoğunlukta olduğu edebiyat dünyasında farklı zorluklar yaşadılar ama sesleri her geçen gün daha da güzelleşti, yükseldi, takdir gördü. Bu takdirlerin, hak tesliminin en kıymetlilerinden biri de Fazıl Say’dan geldi. 51. İstanbul Müzik Festivali siparişi üzerine bestelediği “Dünya Anne” şarkıları ile. Geçtiğimiz perşembe akşamı AKM’nin muhteşem bir akustiğe sahip opera salonu kadın şairlerimizin şiirleriyle yankılandı. Dünyaya annelik yapan her biri başka bir dünya olan on bir kadının
"Sıcak Saatler” dizisinden bugüne takip ederim İclal Aydın’ı. Bu sezon “Üç Kız Kardeş” romanından aynı adla televizyona uyarlanan diziyi de hiç kaçırmadan izledim. Öyle bir sezon finali yaptı ki eylülün gelmesini dört gözle bekliyorum. Dizide en sevdiğim oyuncu da kendisi. O kadar doğal bir oyunculuğu var ki rol yapmıyor, roller onu anlatıyor sanki. Onun içindeki farklı farklı İclal’leri. “Üç Kız Kardeş”i bu kadar sevme nedenim, ‘90’larda bir sahil kasabasında postane müdürü bir baba, öğretmen anne ve üç çocuklarının hikâyesini ‘değerler’ üzerinden işlemesi. Masumiyet ve samimiyet karinesi diziye hâkim. Kitapta da olduğu gibi. Hem “Üç Kız Kardeş” hem de diğer İclal Aydın romanlarında olduğu gibi. Bu yüzden çok satıyor kitapları, çok seviliyor. İşin içine lezzetli Türkçesi de girince okur vazgeçmiyor ondan. O yazmaktan, kimi eli kalem tutanlar da hasetlikten. Melani Klein “Haset ve Şükran“ kitabında
Bir çocuk düşünün. Sadece 13 yaşında. O kadar yoksul bir evde büyüyor ki, çalışması gerektiğine karar veriyor. İstanbul Valisi’nin kapısını çalıp iş isteyecek kadar da kendine güveni var. Darülbedayi’nin kapısından girdiğinde 14 yaşında. Yıl 1933. Muhsin Ertuğrul, ezberi kuvvetli, doğal bir yeteneği olan bu çocuğu hemen fark ediyor. Sadece ortaokulu bitirebilmiş. Çok kısa sürede parlıyor ve Darülbedayi’nin en parlak oyuncusu hâline geliyor. Aynı yıl “Söz Bir Allah Bir” filmiyle sinemaya adım atıyor. Orada da yıldız tozları saçıyor etrafına. Babası, kız kardeşini alıp gitmiş. Annesiyle bir başına ayakta kalma mücadelesi veriyor. Annesini kaybedince apar topar evleniyor, yalnız yaşamaktan ölesiye korktuğu için. Fakat çok sürmüyor bu evlilik, kendisini sürekli aldatan oyuncu eşini terk ediyor. Hemen ardından dönemin playboylarından kereste tüccarı bir Ermeni iş insanıyla birlikte olmaya başlıyor. Lüks, şatafat, son model arabalar, dünyayı ayaklarının altına seriyor Marcel, zenginlik ve gösteriş
Tophane’de öğle saatleri. Şeritler arası cambazlık yapan sürücülerin yarattığı trafik. Korna sesleri. Kaldırımlarda yemek arasına çıkan çalışanlar, bir yerden bir yere giden yayalar. Uğultulu bir gürültü. Yorgun şehir günü yarılamış ama pek tadı yok. Haziranda sonbaharı yaşamaktan biraz daha bitkin düşmüş. Hava açıyor demeden kapanıveriyor. Bir gridir gidiyor. Derken İstanbul Modern’den içeri giriyorum. İklim birdenbire değişip Akdeniz oluyor. Gülümsüyorum. 5 Mayıs’ta Renzo Piano mimarisiyle kapılarını yeniden açan, son bir aydır herkesin dilindeki Türkiye’nin ilk modern ve çağdaş sanat müzesi İstanbul Modern şehir içinde bir başka şehir gibi. Cittaslow! Aydınlık, ferah feza, dingin, huzurlu. Sokaklarında gezinenler de öyle. Dışarıdaki karmaşadan eser yok burada. Sanatla iç içe olmanın verdiği bir mutluluk hâkim 10 bin 500 metrekareyi adımlayan herkese.
Merdivenlerin başında durup Olafur Eliasson’un küre tavan yerleştirmesi “Senin Beklenmedik Seyahatin”e bakıyorum. Hadi başlasın o
Kontes Livia, İtalya’nın kuzeyindeki Trento’da yaşayan, sosyetenin önde gelen kadınlarından biri. 1865 yılında 22 yaşındayken 62 yaşındaki koca göbekli, seyrelmiş saçlı, zayıfları ezip güçlülerden korkan bir kontla evlenir. Bu evliliğin amacı mücevherler, kadife elbiseler, şaşaa dolu bir hayata geçiş yapmaktır. Hayal ettiği gibi de olur. Gittiği her yerde bütün gözler onun üzerindedir. Kendisi de zaten bu ilgiye bağımlıdır. Aslında bir femme fatale’dir Livia. Erkekleri baştan çıkaran, felakete sürükleyen ölümcül kadın! Her gittiği yeri şen kahkahalarıyla doldurur, etrafındaki erkeklerle şakalaşır, onu etkilemek isteyenleri aşağılar ama bu ilgi sönmesin diye fazla ulaşılmaz bir kadın izlenimi vermemeye de dikkat eder.
Bir gün bir davette, kendisinden iki yaş büyük olan teğmen Remigio Ruz ile tanışır. Adonis kadar yakışıklı, pembe beyaz tenli, sarı kıvırcık saçlı, iri mavi gözleri ve kaslı kolları olan, Roma’nın gladyatör heykellerini anımsatan bu teğmene âşık olur. Yaşlı kocasıyla sürdürdüğü mutsuz
Kitap fuarları… Dünyanın dört bir yanında gelen yayıncıların birbirleriyle buluştuğu. Kültür alışverişinin kitaplar üzerinden yapıldığı büyük organizasyonlar. Onlarca farklı dilde yayımlanmış kitapların bir aradalığının verdiği heyecan. Renkli etkinlikler, söyleşiler, ödül törenleri, konferanslarla zenginleşen entelektüel mutluluk. Frankfurt başta olmak üzere, dünyanın farklı yerlerinde birçok kitap fuarı izledim meslek hayatım boyunca. Bu hafta ilk kez, 32 yıldır düzenlenen Abu Dabi Kitap Fuarı’na katıldım.
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Devlet Başkanı Şeyh Mohamed bin Zayed Al Nahyan’ın ev sahipliğinde, Abu Dabi Arapça Dil Merkezi tarafından gerçekleştirilen fuar 21 Mayıs’ta başladı, bugün sona eriyor.
Fuarın bulunduğu Abu Dabi Ulusal Fuar Merkezi’ne girişte Zahit Büyükişleyen’in retrospektif sergisi “Against the Windmills” karşıladı bizi. Kız Kulesi resimleri ve Don Kişot serilerinin önünden geçip salonlara girdik. Dışarıdaki nefes aldırmayan çöl sıcağına inat, klimayla soğutulmuş ferahfeza
Genç yaşlarda okuduğum, hayatımı şekillendiren kitaplardan biri de Jack London’ın “Martin Eden”idir. Kendisi beni “Hayatta her neyi başarmak istiyorsan bunu bilgi ve emekle gerçekleştirebilirsin” öğretisiyle tanıştıran ilk romandır. Genç denizci Martin Eden’in ‘yazarlık’ hayali, aynı hayali kurduğum yıllarda karşıma çıkmış, hiç beklemediğim bir motivasyon sağlamıştı bana. Nitekim benim yazarlığımın anahtarları da bilgi ve emektir. O yaşlarda kitabı bu yönden okumuş, büyük heyecan duymuştum. Alt metinlerini fark etmem yıllar sonra Nietzche ve Jack London okumaları, incelemeleri sonunda ortaya çıktı. Ki onlar da çok değerlidir.
Günde 17 saat gemilerde, zor şartlarda çalışan eğitimsiz ve yoksul bir gençtir Martin. Bir gün dövülmekten kurtardığı bir gencin zengin ailesinin üniversite öğrencisi kızı Ruth ile tanışır ve hayatı değişir. Ruth’un güzelliği bir yana, eğitimli ve kültürlü oluşundan çok etkilenir. Onun yönlendirmesiyle kitap okumaya başlar. Okudukça genişleyen