Bebeğin ilk nesnesi anne memesidir. Kurduğu ilk ilişki de annesiyle olan. Bu ilişkiye bilinçdışı yüklediği anlam hayatı boyunca yaşayacağı tüm ilişkilerde, toplumsal rollerde, aldığı kararlarda etkili olur. Eğer bebek kızsa, anne aynı zamanda rakiptir. Ortak fizyolojik özellikleri, bu ilişkiyi çatışmalı hâle getirir. Hangi kadın az ya da çok annesiyle çatışmamıştır ki?
Onlardan biri de 2016 yılında intihar eden Fransız yazar, oyuncu ve fotoğrafçı Carole Achache. Annesi Monique Lange. Fransa’nın önemli yazarlarından biri. Gallimard’da editörlük yapmış, Sartre ve Simone de Beauvoir’ın kurdukları Les Temps Modernes dergisinin yazarlarından. Birçok filmde senarist olarak yer almış. Yakın arkadaşları Marguerite Duras, Jean Genet, Violette Leduc… İlk evliliğini Jean-Jacques Salomon ile ikincisini Juan Goytisolo’yla yapıyor. Vaftiz babası William Faulkner olan Carole Achache böyle bir ortama doğuyor.
Bu kültürel zenginliğin içinde, rakibiyle boy ölçüştürmesi, onu geçmesi, kendi varoluşunu kurgulaması ne kadar zor! Ama
Serin bir nisan akşamı. Wolkswagen Arena tıklım tıklım dolu. Ata Demirer Gazinosu’na gelmişiz, hayattan üç eğlenceli saat çalıp döneceğiz evlerimize. Kararlıyız. Değil mi ki sonrası iş, güç, çoluk çocuk, trafik, geçim, vs.; aynı hayatın dayattığı bilumum sıkıntı. Günahı boynumuza.
Saat 21.00’e doğru salona giriyoruz. ‘60, ‘70’lerin assolistle rekabet edercesine şık giyinen gazino müşterisi değiliz malum. Zaten hava da üşütüyor. Montlar, kabanlar içinde ışıl ışıl sahneye bakıyoruz. Bu gazinonun mönüsü özel. Cennet taamı kahkahalar. Nasıl açız ama, servis başlasa artık.
Önce Taşkın Sabah yönetimindeki saz heyeti yerlerini alıyor. Zeki Müren’in getirdiği ‘tek tip kıyafet’ zorunluluğuna uygun, siyahlar içindeler, şık mı şık… Bir T sahnemiz eksik ama o kadar kusur(!) derken kırmızı kadife ceket, beyaz gömlek ve siyah pantolondan mürekkep kostümüyle Ata Demirer beliriveriyor karşımızda. “Bu kıyafetle kendimi sünnetten kaçmış çocuk gibi
Edebiyat tarihinin en yıkıcı aşklarından biri hiç şüphesiz İngeborg Bachmann ve Max Frisch arasında geçer. Almanca edebiyatın iki büyük yazarı, 1958 yılında Paris’te Fricsch’in yazdığı bir oyunun prömiyerinde tanışırlar. Kısa sürede birlikte olmaya karar verirler. Dört buçuk yıl sürer bu ilişki. Bachmann, bu beraberlikten çıkardığı sonucu tek romanı “Malina”da şöyle ifade eder: “Faşizm, kadın ve erkek arasındaki ilişkide başlar”.
Roma’yı evi kabul etmiş olan Bachmann, aşkı uğruna Zürih’e taşınır. Görünürde mükemmel bir çift. İkisi de yazıyor. Aynı dili konuşuyor. Aralarında olağanüstü bir tutku var. Fakat beklediği gibi olmaz. İlişki ilerledikçe karşısında son derece bencil, kıskanç, aksi, ‘kanını emen’, ışıltısından rahatsız olan bir adam bulur. Ne var ki artık geçtir. “Kalıcı bir şey yaşamak istiyordum” diye açıklamaya çalıştığı, aslında kendisinin de tam adını koyamadığı bir bağımlılık hikâyesinin kahramanı olmuştur. Güvenli bir alan arayan
Adı Ana Magdelena. 46 yaşında. 27 yıldır devam eden mutlu bir evliliği var. Kocası yakışıklı, anlayışlı, hoş bir adam. Belediye Konservatuvarı’nın müdürü. Çok iyi dans ediyor, çok iyi fıkra anlatıyor. Yatakta karısı kitap okurken “Cosi Fan Tutti” operasının partisyonunu söyleyen bir adam. Eğlenceli, hayat dolu biri. Kızı rahibe olma yolunda. Bu duruma canı biraz sıkkın. Oğlu da iyi bir müzisyen olacak. Dışarıdan bakıldığında ideale yakın bir aile tablosu. Esasen Ana Magdelena da böyle düşünüyor. Annesinin ölümünden bu yana her yıl gerçekleştirdiği bir rutini var. Annesinin ağustos ayındaki ölüm yıl dönümünde Karayipler’deki mezarını ziyaret edip otları temizledikten sonra, bir demet kuzgunkılıcı bırakıyor. Bizim glayöl olarak bildiğimiz zarif çiçek. Sonrasında da göl kıyısında bir otelde bir gece geçirip feribotla evine dönüyor.
Ana Magdelena edebiyat fakültesini yarıda bırakmış. Ama okumaktan hiç vazgeçmemiş. Her zaman çantasında bir kitap var. Mezarlık dönüşü de oteldeki
Çocukluğumun tek kanallı TV dönemlerinde en büyük mutluluklarımdan biri de akşamları ailece izlediğimiz Kemal Sunal filmleriydi. Annem, babam, babaannem, kız kardeşlerim... Çocuk kahkahalarımızla çınlayan ev. Ama en çok da babamın kahkahası. Babam filmlerini izlerken “Bir kahkaha bir dilim pirzoladan daha sağlıklıdır” derdi. Ne demek istediğini hastalıklar sayesinde tecrübe edecektik. Bilmiyorduk, sadece gülüyorduk.
Son 25 yılımız, beyin kanaması, hidrosefali, demans çizgisinde doktorlar, hastaneler, fizyoterapistlerle geçti. Babam, kanama geçirdiği günlerde bizi tanımazken, Kemal Sunal fimlerine felçli yarım kahkahalar atıyordu. Hidrosefali dönemlerinde, ameliyat öncesi, beyindeki sıvı birikmesi nedeniyle zihni melekeleri çok zayıflamışken bile onu en çok Kemal Sunal güldürüyordu. Orta derece bir demansla yaşadığı bugünlerde durum yine aynı. Arada da “Bu filmi 50 kez izlemişimdir” diyor. Ve hâlâ gülüyor. Şaka yapacağı zaman “Mesela yani...” demekten hiç vazgeçmedi.
O
“Bu aralar, şarkılarından çok siyaset konuşuyor Ahmet Kaya. Bir söyleşi yapalım, bize de konuşsun” dedi kültür sanat dergisi Negatif’in genel yayın yönetmeni Duygu Asena. ‘90’ların ortaları. 1999’da Türkiye’nin utanç gecelerinden birinde Kürtçe şarkı söyleyip, klibini yapacağım dedi diye üzerine çatal bıçakların fırlatılıp, küfürlerin yağdığı MGD’nin ödül töreninden birkaç yıl önce. Söyleşiye ben talip oldum. 23-24 yaşlarındayım, artık nasıl bir cesaretse… Öğlene kadar liselerde matematik dersi verdiğim, öğleden sonraları gazetecilik yaptığım yıllar.
Levent’te bir evi vardı. Fotomuhabirle sözleşip söyleşi günü o eve gittim. 60’larındaki fotomuhabir, yarım saat geç geldi. Gelir gelmez de fotoğraf çekimi yapmak istedi. “Bölmesek” dedim. “Evim çok yakın, çekip gideyim ben” diye ısrar etti. Kaya girdi devreye “Söyleşiden sonra bahçeye çıkarız, orada çekersin” dedi. Tam
Bundan beş yıl önce kilo alma sürecine girdim. O yıl tam sekiz kilo eklendi bedenime. Hayatım boyunca hep bir-iki kilo fazlalık derdiyle (!) uğraştığım için bu sekiz kilo epey üzdü beni. Diyetisyenlere gitmeye, diyet listeleriyle yaşamaya başladım. Böyle bir süreçte insanı en çok zorlayan sizi yıllarca hep ideal kilonuzda görmeye alışık insanların verdiği tepkiler. İçlerinden birini özellikle unutamam. Bir yeni yıl davetinde, meslek büyüğüm bir kadın gazeteci yanıma yaklaştı, gözlerini belertip dehşet içinde “Ne bu hâlin?” diye sordu. “Sormayın sekiz kilo aldım” deyince ben “Yok şekerim, sekiz değil 18 kilo almış gibisin, seni yolda görsem tanımazdım” diyerek darbesini de esirgemedi. Ama gerçekten öngörülüymüş. O sekiz kilo fazla, yıllar içinde 18’e çıktı.
Mesele sadece zayıf olmak, bedenini beğenmek değil; işin bir de sağlık boyutu var. Yürürken nefes almada zorluk, çabuk yorulma, karaciğerde yağlanma, kolesterol. Gittiğim endokrinolog bir sürü testten
Kalp. Hayat denen orkestranın maestrosu. Tüm orkestra üyeleri teker teker iflas etse de, hatta beyin ölmeye karar verse de, maestro işine devam eder. Onun batonu bıraktığı, tüm seslerin sustuğu âna ‘ölüm’ diyoruz. O âna kadar mucizevi bir performansla çalışır. Avucunuzu dakikada 70 defa açıp kapattığınızı düşünün. Sonra bu işlemi her gün 104 bin kez tekrarladığınızı. Bu rakamı 30’la çarptığınızı, sonucu 12’yle… Hatta biraz daha ileri gidin ortalama 70-80 yıllık insan ömrünün dakikalarını hesaplayın. İnsan aklının sınırlarını zorlayan bir matematik var burada. Tüm bu süreçte bize “Bu kalp seni unutur mu?” mesajını veriyor, sürekli kasılıp gevşeyerek vücuttaki tüm organlar için gerekli kanı pompalıyor.
Peki bu kadar kıymetli bir organa gereken önemi veriyor muyuz? Ya da şöyle sorayım: Bu önem nasıl verilir? Sorunun cevaplarını içeren şahane bir kitap çıktı geçtiğimiz hafta. A7 Kitap tarafından yayımlandı: “Kalbinize Bir Demet İyilik”. Yazarı Kardiyolog Dr.