Gülten Akın ilk olarak lise sonda gittiğim üniversiteye hazırlık dershanesinin yaptığı deneme sınavında soru olarak çıktı karşıma. Şair bu dizelerde ne anlatmaktadır?
“Ben yalnızlığımı gözlerim gibi taşıdım hep Unutmak olmazdı, unutmadım”
Benim böyle donakaldığım karşılaşma anlarım vardır. O an da öyleydi. Dizeleri art arda defalarca okuduğumu hatırlıyorum sınavda. Diğer soruların zamanından epeyce çalarak. Yalnızlıkla ilk temaslarını yaşayan 16 yaşında kafası karışık bir genç kız için seçtiği kelimeler, harflerin arasından yükselen müzik o kadar etkileyiciydi ki bir sonraki soruya geçemiyordum.
Bu karşılaşmanın ardından kitaplarını okumaya başladım. Mısra-i bercestesi kabul edilen “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” ile karşılaştım bir başka dönem. İnce şeyleri anlamaya vakit ayırmayanların sert kabalıklarına maruz kaldığım. O ah’ı çekerken sonrasında da hep bu dizeleri andım. Gel zaman git zaman, nice Gülten Akın kitabı okumuş, nice şiirini ezberime almışken bu defa iş hayatımda karşılaştık. O zamanlar “Bir roman kadar uzun bu tümce / Sonra işte yaşlandım” diyerek 62 yaşında yaşlılığa çekildiği Burhaniye’de yaşıyordu. Bir haber hazırlarken, görüşünü almam gerektiğinde telefonla arıyordum, konuşuyorduk. Söyleşi yapacaksam kendisiyle, yine telefonda. Sıcacık şefkatli sesi hâlâ kulaklarımdadır.
2008 yılında 1967’den itibaren ‘Türkiye’nin en büyük şairi’ sıfatını taşıyan Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı kaybettiğimizde, bu sıfatın yeni sahibi kim olabilir merakıyla Milliyet gazetesinin Kitap ekinde bir soruşturma yaptırdım. Bütün ekip toplanıp yazar, şair, eleştirmen, kültür sanat editörü ve akademisyenlerden oluşan 50 kişilik bir jüri oluşturduk. Kimsenin itiraz edemeyeceği yetkinliklere sahip saygın bir jüriydi. Önlerine seçim yapacakları bir liste koymadık. Herkes kendi inandığı büyük şairi söyledi. Ve Gülten Akın, açık ara farkla “Türkiye’nin Yaşayan En Büyük Şairi” unvanının Dağlarca’dan sonraki sahibi oldu. Aynı yıl Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nü kazandı Akın. Pera Müzesi’nin fuayesinde törenden önce yüz yüze tanıştık. Diz çöktüm önünde. Epey sohbet ettik. Yine yumuşacık, yine şefkatli, ilgiliydi.
Sonra işte öldü Gülten Akın 2015’te. Kara saçlarımız uzundur o gün bugündür.
Şair ana
Son olarak bu hafta, şair ve yazar Asuman Susam’ın yazdığı Livera Yayınevi’nden çıkan “Gülten” adlı biyografide karşılaştık Gülten Akın’la. Şairin 23 Ocak 1933’te Yozgat’ın Çatak mahallesinde dünyaya gelişiyle başlıyor kitap. Büyük bir feodal aileye doğuyor Akın. 10 yaşına kadar göz kamaştıran bir sevgi halesi içinde büyüyor. Sonra CHP’li annesi ve DP’li babasıyla Ankara’ya taşınıyorlar. Sert bir yoksulluğun ortasında, gerginlik, kaygı, sevgisizlik, ilgisizlik ve yalnızlık içinde geçiyor baba evindeki ikinci 10 yıl. Okuma sevgisini aşılayan, sık sık hastalanan, eşine öfkeli annesi 44 yaşında veda ediyor hayata. İlk şiirini Cebeci Ortaokulu’ndayken yazıyor. Öğretmeni çok beğeniyor şiiri. Okulun resmi şairi oluyor kısa sürede. Ankara Kız Lise’nin ardından, edebiyat okumak istemesine rağmen, çalışmak zorunda olduğundan devam zorunluluğu olmayan Hukuk Fakültesi’ne giriyor. O zamanlardan itibaren kişiliğinin alamet-i farikası ‘mesafe’ kavramı oluyor. Bunu hissettirmediği tek kişi ise Mülkiye’yi bitirmesini sağladığı eşi Yaşar Cankoçak. Büyük bir aşkla sevdiği. Evleniyorlar. Bir erkek dört kız çocuk getiriyor dünyaya. Eşinin kaymakam olması dolayısıyla uzun bir Anadolu serüveni başlıyor. Kumluca, Şavşat, Alucra, Gevaş, Haymana, Kumru, Gerze... Tam 14 yıl. Gittikleri yerlerde vekil öğretmenlik ve avukatlık yapıyor. El ayak çekildiğinde de şairlik. 24 Kasım 1978’de devrimci sorumluluğu gereği gecekondu mahallelerinde bilinçlendirme çalışmalarına katılan 20 yaşındaki oğlu gözaltına alınıyor. Sonra idamla yargılanıyor. 1986 yılına kadar sadece oğlunun değil tüm düşünce suçu tutuklularının annesi ve avukatı olarak Mamak Cezaevi’ni su yolu yapıyor. İşkenceler, 47 gün süren açlık grevinde evladını kaybetme korkusu… 1986’ya kadar süren bir annelik ve hukuk sınavı, üstelik eşi tarafından yapayalnız bırakılarak. Ve 1995’te çekildiği yaşlılık, Ankara, ölene dek yaşadığı Burhaniye.
Asuman Susam, Gülten Akın’ın bu döngü içinde geçen 82 yılını, kızlarının, yakın arkadaşlarının, şairlerin, edebiyat tarihçeleri ve eleştirmenlerin tanıklığında, kendi kaleminin şair lezzetini de katarak metne büyük bir ustalıkla aktarıyor. 450 sayfalık kitabı bir köşe yazısında özetlemek mümkün değil. Ama şunu söyleyebilirim, insan, kadın, anne, şair, eş, arkadaş ve “Bende bir gülten kaldı / Hangi bağa diksem yabancı” olarak dört başı mamur bir Gülten Akın portresi çıkarıyor ortaya. Çok şaşırdığım ‘mesafe’sinden siyasi görüşlerine, poetikasından ‘feminist yazının modern şiirdeki kurucu öznesi’ oluşuna, ‘şair ana’ olarak anılışındaki eril bakışın ayrımcılığına, gençlikle ve yaşlılıkla kurduğu ilişkiye, gücüne, dirayetine, mücadele ruhuna varıncaya dek ilmek ilmek örüyor Akın’ın biyografisini. Kalemine, kalbine sağlık.
Gülten Akın’ın bağlarında şiir ve hayat toplayacağınız bu şahane kitabı okumanızı çok isterim.
İyi pazarlar.