Ev, onu otel gibi kullanmayanlar için dört duvardan fazlası. Kendine ait bir hafızası var. O hafızada saklı nice yaşanmışlık. Hele içinde uzun süredir yaşıyorsanız. Kelimeler yetmediğinde ‘şu duvarların dili olsa da konuşsa’ keşkesinin altında doğumlar, ölümler, kutlamalar, heyecanlar, unutulmayan anılar, telaşlar, art arda devrilen yıllar… İçindeki kimi bölümlerde, çekmece ve sandıklarda saklanan objeler, evraklar, fotoğraflar, kartpostallar. Bir başka deyişle ev kendimize ait küçük bir müze. Bütün bunları başka bir yere taşımak mümkün ama ya evin ruhu, o taşınabilir mi? Yıpranan kent dokuları arasında yer alan apartmanları estetize etmek, bu vesileyle kente yeni bir kimlik kazandırmak, deprem riski düşünülerek güçlendirmek için yapılan kentsel dönüşüm nedeniyle yıkılıp yeniden inşa edilen yapıdaki yeni bir eve taşınabilir mi mesela? Netameli bir konu değil mi?
Peki Faruk ne yapsın? Yaşı gelmiş 90’a. Yaşadığı apartmanın sakinleri karar vermiş. Evi kentsel dönüşüme girecek. Yaşı 90 diyorum ama
Ferzende Kaya “Başım Belada” isimli Ahmet Kaya biyografisinde şöyle diyor: “Bu çalışmayı yaptığım süre zarfında şunu gördüm ki; bu ülkede herkesin bir Ahmet Kaya’sı vardı... Ahmet Kaya’lar, solcuydu, sağcıydı, Müslüman’dı, demokrattı, Kürt’tü, Türk’tü, muhalifti, müzisyendi, babaydı, kardeşti...”
Bu kadar birbirinden farklı topluluğu bir araya getiren Ahmet Kaya’nın şarkılarında aynı insani duyguları paylaşmaları. Duygudaşlık bir başka deyişle. Kaya’nın şarkılarını bu duygusal ortaklık nedeniyle hep bir ağızdan söyleyebiliyorlar. Hepsinin hayatında Ahmet Kaya şarkılarındaki temalar var. Hayat mücadelesi, haksızlıklara isyan, demokrasi, yalnızlık, derdini söyleyememek, yoksulluk, direnmek, anneye sığınmak, aşk, hasret, zulüm, özgürlük, ayrılık, terk etmek, umut etmek… Bir diğer önemli nokta ise “Bir Politik Anlatı Olarak Ahmet Kaya Şarkıları- Açık Yaranın Sesi” adlı kitabında İlkay Kara’nın vurguladığı gibi ‘aynı şarkıyı kimi bir ilk gençlik aşkının ardından
Geçtiğimiz yıl Cumhuriyet’in 100. yaşına armağan olarak açılan Türkiye İş Bankası Resim - Heykel Müzesi’ndeyim. Çok değerli bir ekiple birlikte “Resimlerin İstanbul’u” sergisini gezeceğim. Müzenin kurucu küratörü sanat tarihçi ve yazar Prof. Dr. Gül İrepoğlu’nun rehberliğinde. Sergi bu ayın sonunda bitiyor. Bir türlü denk düşürüp de göremedim, bu son şansım.
İçeri giriyorum. Sağda küçük ve zarif bir kafe, solda müze dükkânı. Önce müzeyi gezdiriyor Gül Hoca. Gezdirmek fiili yanlış. Tam üç saat süren, vaktin nasıl geçtiğini anlamadığım tarifsiz güzellikte bir sanat tarihi dersi bu. Hoca çok donanımlı, işine âşık, ciddiyetine mizahtan kırpma yıldız tozları serpilmiş usta bir hikâye anlatıcısı. Serde yazarlık var tabii...
Müze beş katlı. Türkiye’nin en geniş koleksiyonlarından biri kabul edilen Türkiye İş Bankası Sanat Eserleri Koleksiyonu’ndan oluşan kalıcı serginin ardından, iki kata yayılan “Resimlerin
Marmara Denizi’nin güneybatısındaki Kapıdağ Yarımadası ile Şarköy arasında sığ bir denizde, sakinlik ve bilgelikle ilişkilendirilen mavi bir inci gibi yükseliyor Marmara Adası. Yüksek kalitesiyle çok değerli kabul edilen beyaz mermerin çıktığı yer burası. Ayasofya’nın, Dolmabahçe ve Çırağan saraylarının yapımında buradan getirilen mermerler kullanılmış. Britanya Müzesi’ndeki Herkül Lahiti, yine buradan taşınan mermerlerle vücut bulmuş. Artemis Tapınağı’nın sütunları, Aya İrini’deki sütun başlıkları da öyle. Bu nedenle halk arasında Mermer Adası olarak da biliniyor.
Antik Çağ’dan bugüne türlü çeşit topluluğa ev sahipliği yapmış Marmara Adası. Miletoslular, Bizanslı keşişler, Türkler, Rumlar, Karadenizliler… 1940’lardan 1970’lere kadar Marmara Adası dönemin edebiyatçılarının, sanatçılarının yazlık yerleşkesi olmuş. Daha Bodrum’un keşfedilmediği yıllar. Yaşar Kemal, Oğuz Aral, Edip Cansever, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat, Tomris Uyar, Oya Baydar, Aydın Engin, Altan Erbulak yazlık olarak Marmara
Çok iyi ev dağınıklığı yaratırım ben. Prenses’le Mine de bu konuda tam destek. Tüyleri, etrafa saçtıkları oyuncaklarıyla bir haftada el birliğiyle evin altını üstüne getiriyoruz. Asıl sorun dağınıklık sevmemem. Evim dağınıksa ben de öyleyim. Neyse ki Fatma Hanım var. Uzun yıllardır evin temizliği hatta çekip çevirilmesi konusunda bana yardımcı oluyor. Tanıdığım en kudretli kadınlardan biri. Sevgisi, şefkati tarifsiz. Eksiği gediği en iyi o bilir. Gereksiz alışverişe izin vermez. Ayrıca lezzet akan elleri var. Portakallı kerevizini üç öğün yiyebilirim. On beş yıla yaklaşan tanışıklığımız artık bir kardeşlik ilişkisine evrildi.
Tanıştığımız günlerde oğlunu evlendirecekti. Bütün organizasyonu o programladı. Güzel bir düğün yaptı. Bir yıl sonra Zehra dünyaya geldi. Fatma Hanım’a her şey çok yakışır, babaannelik de yakıştı. Zehra iki yaşına geldiğinde, bir aydan önce iyileşemediği hastalık süreçleri başladı. Dört yaşında kalbinin delik olduğu öğrenildi. Anne ve babasının verdiği mücadelede yanlarında madden ve manen dimdik
Son yılların gözde tatil destinasyonlarından biri de Jeju Adası. Kore’nin Hawaii’si olarak kabul ediliyor. Zirvesine çıkmak için yürüyüşlerin yapıldığı Hallasan Dağı, UNESCO Dünya Doğal Mirası listesinde. Adanın bir diğer doğa harikası ‘Tanrı’nın Göleti’ ismini taşıyan Cheonjeyeon Şelalesi. Her bir köşeyi çerçevele, duvarına as. Tablo gibi. Öylesine güzel. Kumsalları, denizi, Haenyeo adı verilen ve kalamar, deniz kestanesi, ahtapot toplamak için yaz kış 20 metre derine dalan deniz kızları, eğlence parkları, müzesi…
Ne var ki, bütün bunları görmek, deneyimlemek için gittiğinizde uçağınızın indiği Jeju Havaalanı pisti bir toplu mezarın üstüne yapılmış. Çünkü Jeju Adası’nın genlerinde korkunç bir katliam var. 3 Nisan 1948’de başlayan bu katliamda ABD’nin desteklediği Güney Kore ordusu 30 bin kişiyi ‘komünist’ oldukları gerekçesiyle katletti. İnsanların bir bölümü o inanılmaz güzellikteki Cheonjeyeon Şelalesi’nin
Gülten Akın ilk olarak lise sonda gittiğim üniversiteye hazırlık dershanesinin yaptığı deneme sınavında soru olarak çıktı karşıma. Şair bu dizelerde ne anlatmaktadır?
“Ben yalnızlığımı gözlerim gibi taşıdım hep Unutmak olmazdı, unutmadım”
Benim böyle donakaldığım karşılaşma anlarım vardır. O an da öyleydi. Dizeleri art arda defalarca okuduğumu hatırlıyorum sınavda. Diğer soruların zamanından epeyce çalarak. Yalnızlıkla ilk temaslarını yaşayan 16 yaşında kafası karışık bir genç kız için seçtiği kelimeler, harflerin arasından yükselen müzik o kadar etkileyiciydi ki bir sonraki soruya geçemiyordum.
Bu karşılaşmanın ardından kitaplarını okumaya başladım. Mısra-i bercestesi kabul edilen “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” ile karşılaştım bir başka dönem. İnce şeyleri anlamaya vakit ayırmayanların sert kabalıklarına maruz kaldığım. O ah’ı çekerken sonrasında da hep bu dizeleri andım. Gel zaman git zaman, nice Gülten Akın kitabı okumuş, nice şiirini ezberime almışken bu defa iş hayatımda karşılaştık. O zamanlar “Bir roman kadar uzun bu
Hiç unutmam 1982’nin ağustos ayıydı. Nasıl sıcak. Eve kuzenim Faruk Abi geldi heyecanla. “Çabuk çabuk, teybi getir” dedi. Getirdim. Dumanı üstünde tüten “Firuze” kasetinizi taktı. Dinlemeye başladık. Kaset bitene kadar yerimden kalkamadım. Sesiniz ilk o gün girdi hayatıma Sezen Hanım, bir daha da çıkmadı. O gün 11 yaşındaydım, yani düz hesap tam 40 yıllık hatrınız var bende. 40 yıllık arkadaşlığımız.
Çocuğun vicdan ve değerler sisteminin geliştiği yaşlar onlar. O yıllarda benim harcımda şarkılarınız var. Bütün o şarkıların hayatıma kattığı değerler, o yaşlarda adını koyamadığım sezgiler şeklinde yeşerip her yeni albümde sesiniz, sözleriniz ve müziğinizle dallanıp budaklandı. O yüzden Sezen Hanım, Sezen Aksu’yla büyüyen çocuklar hiç farkına varmadan paha biçilmez bir değerler sistemi eğitiminden geçerler.
Derken ergenlik geldi. Alev almış hâlde. “Sen Ağlama”nın çıktığı yıl. Kimse beni anlamıyor. Üzgünüm, öfkeliyim, odamdan çıkasım yok. Bana iyi gelen