Geçtiğimiz yıl Cumhuriyet’in 100. yaşına armağan olarak açılan Türkiye İş Bankası Resim - Heykel Müzesi’ndeyim. Çok değerli bir ekiple birlikte “Resimlerin İstanbul’u” sergisini gezeceğim. Müzenin kurucu küratörü sanat tarihçi ve yazar Prof. Dr. Gül İrepoğlu’nun rehberliğinde. Sergi bu ayın sonunda bitiyor. Bir türlü denk düşürüp de göremedim, bu son şansım.
İçeri giriyorum. Sağda küçük ve zarif bir kafe, solda müze dükkânı. Önce müzeyi gezdiriyor Gül Hoca. Gezdirmek fiili yanlış. Tam üç saat süren, vaktin nasıl geçtiğini anlamadığım tarifsiz güzellikte bir sanat tarihi dersi bu. Hoca çok donanımlı, işine âşık, ciddiyetine mizahtan kırpma yıldız tozları serpilmiş usta bir hikâye anlatıcısı. Serde yazarlık var tabii...
Müze beş katlı. Türkiye’nin en geniş koleksiyonlarından biri kabul edilen Türkiye İş Bankası Sanat Eserleri Koleksiyonu’ndan oluşan kalıcı serginin ardından, iki kata yayılan “Resimlerin İstanbul’u” sergisine geçiyoruz. İstanbul sanatın her alanına ilham olmuş bir şehir. Sanat, şarkılarıyla, şiirleri ve romanlarıyla, fotoğraf ve filmleriyle hakkını vermiş. Büyük çoğunluğunun ve aynı zamanda İstanbul resimlerinden oluşan önemli sergilerin tanıklığını yaptım. Ama İstanbul’u hiç bu kadar büyük bir sergide, onu her yönüyle hikâye eden resimler üzerinden deneyimlememiştim. Tabii burada 1940 yılından bu yana düzenli resim alımı yapan İş Bankası’nın bu deneyime imkân veren zengin bir koleksiyona sahip olmasının altını çizmek lazım. Bunu serginin küratörü İrepoğlu özellikle vurguluyor. Yaratıcılığına tanınan özgür ortamdan söz ederken de İş Sanat’ın Genel Müdürü Zuhal Üreten’i anmadan geçmiyor. Elbette bir ekip işi müze kurmak, sergi yapmak. Ama bu şahane iki kadının eli değince tüm çalışmalara, İstanbul da kimselere açmadığı kadar açmış güzelliklerini, sırlarını. Kendisine bir kez daha hayran oldum. Bir müzeden baktığım aziz İstanbul’a…
Şeref Akdik’in “Terastan Sarayburnu’na Bakış”ının güzellikle sarmalanmış demlenmiş huzuru ömre bedel. Salacak’ta oturup bir İstanbul özetini kalbe geçirmek gibi. Cevat Erkul’un “Haliç’te Gurup” isimli resminde İstanbul günbatımında annesine kavuşan güneşin dile gelen renkleri... Ver elini Ortaköy. İbrahim Safi’nin “Ortaköy Camii”ne bakıp caminin 20’li yaşlarımın ilk yıllarında ilk imzalı yazıma konu oluşunu hatırlıyorum. Çaprazındaki kafelerde geçti üniversite yıllarımın boş dersleri. Zeliş Çaybahçesi. Müzedeyim ama 1988-1992 yılları arasındaki Ortaköy sahildeyim aynı zamanda. Denizin kokusu geliyor burnuma, caminin yangın öncesi altın varaklı yivleri ışıl ışıl. Yemin etsem başım ağrımaz. Resmin gücü!
Tarifsiz güzellikte bir deneyim
Mehmet Ali Laga’nın “Deniz ve Yelkenli”si. Büyükada’da bir sahil gazinosu. Bembeyaz örtülü masalardaki kadınların yanına ilişip soluklanıyorum. Kırmızı beyaz çizgili geniş bir şemsiye tepemizde. İçtiğimiz buzlu limonatanın tadı damağımda. 1920 İstanbul’undayım o an, kimse beni Beyoğlu’nda olduğuma inandıramaz. Hikmet Onat’ın “Kandilli İskelesi”ndeyiz şimdi de... Suna’nın Yeri. İlk gençlikte kırık bir aşk hikâyesi özelinde hemen her pazar gittiğimiz balık restoranı. Boğaz suyunun turkuaz rengine bakıp bakıp iç çektiğim. Gül İrepoğlu, resimden tarif ediyor mekânı. “İskeleden çıkıp kayığı geçtikten sonra masalar başlıyor”. Görünmüyor ama ne gam. Ben çoktan Onat’ın tablosuna girip o tahta masalardan birine oturmuşum bile.
Veee şimdi de Ali Arif Bey’in “Eski Göksu” resmi. Döneminin fotoğraftan yararlanılarak resmedilmiş tablolarından. Tablodaki kayıkların birine oturmuş, sözleri Yahya Kemal’e, bestesi Lavtacı Hristo’ya ait “Gidelim Göksu’ya bir âlemi ab eyleyelim” şarkısını söylüyor Müzeyyen Hanım. Yine aynı duygu. Müzedeyiz ama aynı zamanda Göksu’daki o dingin suyun sesini duyuyoruz. Bir resim sergisini değil, İstanbul’u dolaşıyoruz, sanatla, edebiyatla, şarkıyla, şiirle. Tarifsiz güzellikte bir deneyim bu.
İş Bankası’nın görkemli koleksiyonundaki İstanbul’u sokaklarına, mevsimlerine, balıklarına, teknelerine, çiçeklerine varıncaya değin yüzyıllar içinde karış karış dolaşabiliyorsak Gül İrepoğlu’nun zeki, vefalı, sanat tarihine hâkim, yer yer oyuncu kürasyonu sayesinde. Müzenin güçlü gergefinde resime sanatın diğer dallarından nakışlar işleyip şahane bir motif çıkarıyor ortaya. Bu yüzden sergiyi onun anlatımıyla gezmek büyük şanstı. Hemen şu notu da ekleyeyim, serginin Gül İrepoğlu imzalı kitabı Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan çıktı. Müzedeki deneyimi, İrepoğlu’nun anlatımıyla yaşamayacağım diye üzülmeyin. Eminim ki imkânı olsa bütün Türkiye’yi hiç üşenmeden gezdirir İrepoğlu. Kitabında da bunu yapıyor zaten. Kaleminin gücüyle, tabloları tek tek inceleyerek, tüm sanatları el ele tutuşturarak. Ben okumalara doyamıyorum.
Son olarak Türkiye İş Bankası’nın Cumhuriyet’in 100. yaşına hediye ettiği Resim Heykel Müzesi aynı zamanda Türkiye’ye, insanlarına, sanatına ve kültürüne edilmiş gelmiş geçmiş en anlamlı hediyelerden biri. Cadde-i Kebir mücevheratının en yeni parçası. Paha biçilmez. Ne kadar teşekkür etsek az.
İyi pazarlar!