<#comment>#comment>Hiç düşündünüz mü şöhret nedir diye... Şöhret; kişinin, fazla kişilerce tanınmak arzusudur. Bu isteyerek veya istemeyerek olur. Çünkü şöhretin iyisi ve kötüsü vardır.
Burada şöhret sahibi olmayı şiddetle arzu eden ve her yola başvuran, bunu provake eden kişileri ele almak istiyoruz.
Son yıllarda olur olmaz saçmalıklarla, gündemde şöhreti zorlayan politikacılar yanında, şimdi sporda da yalanla şöhreti yakalamaya çalışan kişilere rastlanmaktadır.
Malesef bu kişiler, kendileri gibi şöhret budalaları bularak ve onlarla tartışarak, toplumda belli bir şöhrete ulaşmak gayretindedirler. Ve üzülerek görülüyor ki, toplum da bu kişileri çok defa ciddiye almaktadır. Ne yazık ki, değer de vermektedir. Bu toplumsal bir yanlışlıktır.
Son günlerde sporda şiddet olaylarının orjinini onama yönünde çalışmalar yapılmaktadır. Sanırız ki, sporda şiddeti önlemenin bir yolu da; bu yalancı şöhretlere medyada yer vermemektir. Toplum ne kadar iyi eğitimli ise, yalancı şöhretleri de o kadar az olur.
Tıpkı yalancı peygamberler gibi...
<#comment>#comment>Toplumlar modern dünyada medya sayesinde olayları günü gününe öğrenmek ve tartışmak şansına sahipler. İster politikada olsun, ister kültürel veya spor olaylarında olsun eski dünyadan farklı olarak en ufak bir toplumsal hadise onu elektrize etmektedir.
İşte sokaktaki adam sözcüğü bu toplumsal reaksiyonların açıklanması için kullanılmaktadır. Hakikaten son dönemlerde sokaktaki adam neler tartışıyor diye araştırırsanız acaba nasıl bir cevapla karşılaşırsınız? Bu noktada saçma bulacağınız bir sözcüğü kullanmak zorundayız: futbolizasyon.
Zira sokaktaki adam politikayı kültürel olayları bir yana bırakmış sadece futbolu tartışmaktadır. Acaba yanlış mı düşünüyoruz? Nereye gitseniz konuşulan konular Revivo, Lorant, Oğuz, Ortega ve diğerleri... Politika haberleri ve kültürel olaylar hatta magazin haberleri bile asla futbolizasyonu aşamıyor. Dikkat ederseniz politika yazarları bile spor yazar oldular. Bırakın sokaktaki adamı kokteyllerde, davetlerde bile topun çizgi içi mi, dışı mı olduğu tartışılıyor. Ve tartışma günlerce sürüyor. Revivo gitti mi, Ortega geldi mi? Politik olsun, kültürel olsun bu görünüş acaba toplumsal bir bıkkınlığın ifadesi mi? Zira kişilerin ve
<#comment>#comment>Biliyorsunuz, Fenerbahçe Teknik Direktörü Lorant gider ayak tatsız bir "Ruhsuzluk" lafı etti. Alıngan ve hassas insanlar olduğumuzdan bu söz manşetlere çıktı, bizi ve taraftarı üzdü, kırdı. Lorant’ı korumak için söylemiyoruz. Acaba Lorant’ın sözlerinin Türkçeye tercümesi hakikaten ruhsuzlar şeklinde tam karşılığı mıydı?
Çok defa görülüyor ki, yabancıların ülkemizle ilgili politik, ekonomik ve sportif sözleri, bizleri incitirken, bakıyorsunuz ilgili yabancı "kardeşim ben öyle demedim", "beni yanlış anladınız" gibi laflar ediyorlar.
Şimdi, Allah selamet versin, belki Lorant da "Sözlerim yanlış anlaşıldı, o anlamda söylemedim" diyebilir.
Maalesef nedense, bazı muhabir arkadaşlarımız toplumsal çabuk heyecanlanan ve incinen yapımıza uygun olarak haber vermeyi seviyorlar. Ve ortalık karışıyor. Yabancı, ben öyle söylemedim diyene kadar.
<#comment>#comment>Mübarekler durmuyorlar ki.. Ne demekmiş o, bu maç intikam maçı değil ama sıra dışı bir maç... Yine biz havanda su döverek sahadaki ve tribündeki insana sesleneceğiz. Aman kardeş sen sen ol, güzel bir maç, güzel bir futbol seyredeceğim, bayramımı şenlendireceğim diye stada git. Esasında her maç gibi bu maç da sıradan bir maç. Güzelliği ise doğal olarak her iki tarafın da başarıyı istemesi. Tabii seyirci de aynı arzularla tribüne geliyor. Burada önemli bir psikolojik noktayı açıklamak lazım. Emosyon denilen ve içinde bir bütün olarak heyecanların, arzuların ve hislerin bulunduğu bir kelime var. İşte bu emosyonu dengelemek bir kültür, terbiye ve eğitim işidir. Böyle maçlarda heyecanının en üst dereceye çıkması kolaylıkla tahriklere yol açabilir. Yeniden başa dönelim. Bu maç sıradan bir maçtır ve bayrama rastladığı için her türlü dostluğu taşımalıdır.
<#comment>#comment>Nedense kendi kendimizle dalga geçmeyi pek sevmeyiz. Bu olsa olsa toplumsal yapımızdan kaynaklanmaktadır. Bu politikada da, sporda da böyledir. Sanki kendimizle dalga geçersek gururumuz incinir. Hele hele sporda. Yenersek dünyalar bizim olur, yenilirsek dünyamız kararır. Ortası yoktur. Sanırım bu heyecanlarımızı, duygularımızı kontrol eden ara istasyonlardaki sigorta sistemlerinin çok kuvvetli olmamasından kaynaklanmaktadır. Bu burada açıklanması uzun sürecek bir psikolojik husustur.
Gelelim şimdi sadede, yani dalgamıza.. Tabii yine insafınıza sığınarak. Beşiktaş’ın son zamanlardaki oyun aktivitesi ve stili doğrusu bize bir zamanların Galatasaray’ını hatırlatıyor. Öyle ki o zamanların Galatasaraylı Lucescu’sunu epeyi öven yazılar da yazmıştık. İyi de etmişiz. Daha sonraları yanlış hatırlamıyorsak her nedense adamcağızı kapı önüne koymuşlardı. Bu sakin sevimli ve sanki derdini pek anlatamaz gibi görünen adam hemen hemen hiç sesini yükseltmemişti. Ve kısa bir zaman sonra yolu iyi ki Beşiktaş ile kesişmişti.
Sormak istiyoruz, acaba şimdi Galatasaraylılar; "Ah Lucescu, vah Lucescu" diye içlerini çekiyorlar mı? Sakın yanlış anlamayın vallahi de billahi de kötü bir
<#comment>#comment>Türkçe tam karşılığını bulmak için sözlüğe baktım. Hani biliyordum ama, uzun zamandır kullanmadığım yabancı bir kelimeydi. Türk Futbol Milli Takımı’nı İtalya karşısında seyrederken nedense aklıma bu kelime geldi. Ve o zaman bu kelimenin Türkçe tam karşılığını bulmak zorunluluğunu duydum. Paradoks kelimesinin Türkçe karşılığı tezat idi.
Son günlerde Türk Milli Takımı’nın çekirdeğini teşkil eden büyük takımlar ve onların büyük isimleri hep dökülüyorlardı. İtalya maçından evvel istemesek de şuuraltımızda bir korku vardı. İtalya karşısında içlerinde lejyonerler de olsa bu oyuncuların kapasiteleri tartışılabilirdi. Dünyü üçüncüsü unvanımıza zarar gelebilirdi. Doğru söyleyin sizde de bu korku yok muydu? Ama hiç de öyle olmadı. Bu korkumuz anlamsızdı. İtalya’da olanlar Türkiye’de olanlarla tam bir tezattı. Bir paradokstu. Ortaya hiç umulmadık bir aktivide, arzu ve gösteri çıktı. Bir devre olsa bile... Kısa zamanlı bu paradoksun orijini ne olabilirdi. Hiç düşündünüz mü? Kore ve Japonya’daki maçları da karşılaştırırsak karşımıza Türk Milli Takımı teknik direktörünün buradaki rolü ön plana çıkmaktadır. Kanımızca o, bir takımı motive etmeyi çok iyi bilmektedir. Ve paradoksun
<#comment>#comment>Boşuna dememişler, baş ol da ne başı olursan ol diye. Şimdi bunu nereden çıkardın demeyin. Hele hele 6-0’lık, 4-1’lik skorlar varken, başka yazacak şey yok mu demeyin? Hele hele birbirini yeren, dalga geçen, tatlı - sert ayıp bir sürü fıkralar aktüel iken...
Gelelim konuya... Şimdi soruyorum? Bir spor kulübünün ne gibi spor dalları vardır. Sayalım; tenis, atletizm, golf, yelken, voleybol, basketbol vs.. ve de futbol... Peki böyle bir spor kulübünün başkanı bütün bu dalların da başkanı değil mi? Öyleyse niye bizdeki kulüp başkanları sadece futbol başkanı. Bizim bildiğimiz futbolun başında bir sorumlu menajer ve bir de teknik direktör vardır. Peki öyleyse bizim başkanlar niçin yalnızca futbola endekslenmişlerdir. Her maçtan sonra neden sayın başkan yorum yapar, tenkit yapar, hakemi eleştirir, oyuncuları sorguya çeker ve daha neler neler. Çünkü o popülisttir, politizedir, yenilginin de galibiyetin de sözcüsü odur. Anlayacağınız futbol menajeri istim gibidir sonradan gelir. Bu başkanların tuhaf bir alışkanlıkları da var. Eski başkan olduklarında da nedense futbol onlardan sorulur. Öyle zaman gelir ki, yenileri yermek, sanki onların görevleridir. Baş sayfadan düşmemek
<#comment>#comment>Ne demişti sayın Erbakan seçimlerden önce; "bizi seçin, bizi seçmeyenler doktora görünsünler." Herhalde doktor dediği psikiyatr olsa gerek. Yani deli doktoru. Sonra ne oldu, biliyorsunuz. Boşuna büyük lokma ye, büyük laf etme derler ya! Şimdi gelelim futbola. 6-0’lık Fenerbahçe galibiyetinden evvel, Fenerbahçe Teknik Direktörü Lorant’ı seçenlerin psikiyatra görünmeleri gerekmez miydi? Yani deli doktoruna. Daha doğrusu medyanın ve taraftarın görüşü böyle değil miydi?
Gerek politikada, gerek sporda şok yaşandı deniliyor. Hiç de şok değil. Seçimin böyle neticeleneceğini sağır sultan bile duymamış mıydı? Galatasaray’ın ise tökezlenip durduğu görülmüyor muydu?
Problemler, liderlerde ve teknik direktörlerde mi?
Tartışan yok.
Toplumlar gibi, spor takımları da adeta tek bir kişi gibi reaksiyonlar gösterirler. Onların da sevinçleri, üzüntüleri, bitkinlikleri ve bıkkınlıkları vardır. Bunların en önemlisi bıkkınlıktır. Mesela son seçim neticeleri toplumsal bir bıkkınlığın aşikar bir sonucudur. Futbolda da durum farklı değil. Futboldaki bu bıkkınlığın altında doyum yatmaktadır. Her ne kadar paralarını alamamışlar deseniz de... Bu doyumsal bıkkınlığın içinde