<#comment>#comment> Sporda, topluma ve kendimize karşı sorumluluk hissi nereye kadar sınırlıdır? Mesela önemli bir spor karşılaşmasında şöhretli bir kişisiniz. Ve herkes sizin oynamanızı heyecanla bekliyor. Maç sabahı anneniz aniden ölüyor. Esasında oynamanız için bir mecburiyetiniz yok. Ve kimse sizi oynamanız için zorlayamaz. Oynamalı mısınız, oynamamalı mısınız? Ve buna cevap verecek tek kişi yalnızca sizsiniz. Zor bir durum.
Psikolojik açıdan şimdi de, sonra da verilecek karar pozitif de olsa, negatif de olsa gelecekte birçok buruk duyguyu beraberinde getirecektir. Ve siz çıkıp oynuyorsunuz ve hatta kazanıyorsunuz da. Şimdi bazıları sizi duygusuzlukla suçlayacak, bazıları da sinir sisteminize hayran olup alkışlayacak. Bazıları mücadele sporunun insanı maddileştirdiğini, diğerleri de olgunlaştırdığını, sorumluluk verdiğini söyleyecektir. Acaba anneniz yaşasaydı ne derdi? "Anne sevgin bu kadar mıydı?" diyerek ağlar mıydı? Yoksa "iyi yaptın oğlum toplumda sponsorlar da zaten senden bunu isterlerdi" mi derdi? Size sorsalardı kanaatiniz ne olurdu? Ayıplar mıydınız, alkışlar mıydınız? Psikoloji işte bu. İnsanı böyle iki uçlu açmazlara
<#comment>#comment> Suçlu ayağa kalk. Tabii kalkarsa. Çünkü suçluyu bulmak o kadar zor ki.
Avrupa’nın neresine baksanız futbol kulüplerinin neredeyse hepsi iflas eşiğinde. Almanya gibi bir ülkede bile lig takımlarının borçları toplam 600 milyon Euro’ya ulaşıyor. Bu yüzden para getiren televizyonların yayın hakları için her ülkede açık veya kapalı bir sürü oyunlar oynanıyor. Anlaşılıyor ki, son yıllardaki ekonomik zorluklara rağmen yine de futbol TV yayınları para getirmektedir. Diğer taraftan ne hikmettir ki, bu borçlu kulüplerin başına geçmek veya kalmak, olmak ya da olmamak derecesinde önemli sayılmaktadır. Hamlet’in dediği gibi, "To be or not to be."
Peki bu borçların sorumlusu kim? İşin ekonomisini bilmemek mi, yoksa futbolcu alırken har vurup harman savurmak mı, yoksa piyasası gittikçe artan futbolun borsadaki alıcısı ile satıcısı arasındaki dengesizlik mi? Denilebilir ki veya anlaşılıyor ki, bu suallerin cevabını verebilecek suçlu ortaya çıkarsa belki de futbolun sırtındaki borç kamburuna da çare bulunabilecek. Tabii suçlu ayağa kalkarsa.
<#comment>#comment> Korkusuz insan düşünülemez. Psikolojik açıdan korku, insanın en eski çağlardan beri gelen bir içgüdüsüdür. Hastalık haline gelmediği müddetçe de normal bir histir. Günlük belli hayat şartlarında bu his ön plana çıkabilmektedir.
Bilinen en meşhur olanı imtihan korkusudur. Eğer bu normal korku dengelenmezse tabii tatsız sonuçlar ortaya çıkabilir. Böyle olumsuz çevre şartlarından kaçınılmalıdır. Son zamanlarda sportif karşılaşmalardan evvel anlamsız olarak bu olumsuzlukların yaratıldığını gözlüyoruz. Önemli maçlardan evvel milli olsun, lig maçı olsun başkan konuşuyor, teknik direktör konuşuyor. Sorumlu sorumsuz herkes konuşuyor. Sanki konuşmazlarsa otoriteleri şöhretleri kaybolacak. Sonra işler ters gidince sorumlu basın oluyor. Unutulmamalıdır ki, basının görevi konuşulanları topluma aktarmaktır. Daha sonra bu konuşulanlar sporcunun sırtına biniyor. Onu geriyor, geriyor, geriyor. Sonra da öğrenci gibi imtihanda ayakları titriyor, bildiğini de unutuyor. Son zamanlarda başımıza gelenleri bu açıdan ele almalıyız. Korkuya karşı eğitim metodları vardır. Sorumlular çok konuşacaklarına, sporcularına bu metodları öğretmesini
<#comment>#comment> Son savaşta, moral ve ahlak prensiplerinin ne kadar yeri var, tartışılmaktadır.
Kazanmak için taraflar, her yolu denemektedirler ve insanlar hayatlarını kaybetmektedirler. Ahlak ve moral prensipleri de unutulmaktadır.
Hiç kimse ‘Kazanmak da var, kaybetmek de var’ diyememektedir. Ama sporda bu böyle olmamaktadır. Zira sporda kazanmak da var, kaybetmek de... Ne kimse hayatını kaybediyor, ne de şerefini. Bu yüzden sporda ‘Ne olursa olsun kazanalım’ diyerek, ahlak ve moral prensiplerinin dışına çıkmak yanlış olmaktadır.
Olimpiyat idealleri de, diğer spor karşılaşmaları da, bu prensipleri kuvvetlendirmek, insanları birbirine yaklaştırmak ve sevdirmek için organize edilmektedirler. Bu yüzden ‘Savaşma, aşk yap’ der gibi, ‘Savaşma spor yap’ demek de anlamlı ve yerinde bir slogan olmalıdır.
Savaşta karşılıklı düşmanlar, sporda ise karşılıklı dostlar vardır. Sporda sonuç ne olursa olsun, eller dostça sıkılır ve sporda kaidelere uymaya zorlayan tatbik eden tarafsız hakemler vardır.
<#comment>#comment> Yaşam içinde bilgili olmak, eğitimli olmak kuvvetli bir kişiliği ve karakteri yapılandırır. Geçen yazımızda sporcuların, bilhassa futbolcuların temel anatomi ve fizyoloji öğrenimlerinin gerekliliğini vurgulamıştık. Umarız, gülünç olmadık. Zira, maalesef pek çok futbolcu çok defa mankenlerin, güzellerin anatomileri ile daha fazla ilgilenmektedirler.
Bilginin hududu yoktur. Profesyonel sporcunun fizyolojik yapısını iyi bilmesi gerekir. Ne yazık ki, biraz topa iyi vuran futbolcu hele şöhret yoluna girince, çok defa sağlık disiplininden kopmaktadır. Artık o her şeyi bilendir. Ona artık fazla bir şeyler öğretmenin anlamı yoktur. Bu yüzden daha şöhretinin başında sonu gelen sporcular vardır.
Bir hatıramı burada anlatmadan geçemeyeceğim. Büyük bir kulübümüzün futbolcuları bir derbi maçından önce otelde kamp yapmaktadırlar. Kulüp başkanını tanıyan bir meslektaşım, oyunculara bir konferans vermemi istemişti. Yemekten sonra, konferans salonu boştu. Çünkü çocuklar, odalarına oyun oynamaya çıkmışlardı. Bazıları da diskoya gitmişlerdi. Onların yeni bir şeyler öğrenmeye ihtiyaçları yoktu. Acaba, durum
<#comment>#comment> Merak ediyorum... Belki tuhafınıza gidecek ama, bizim sporcuların bilhassa futbolcuların adale, sinir ve bağ dokuları gibi anatomik oluşumlar hakkında ne kadar bilgileri vardır diye kendi kendime soruyorum...
Mesela, bırakın anatomiyi, acaba fizyolojik fonksiyonlarını bilirler mi? Zira, sporda başarı bu adale, sinir ve bağ dokusunun bir bütün olarak çalışması ile mümkündür. Hani diyorum ki, taktik dersleri yanında zaman zaman kısa kısa ve basitçe, futbolculara bu organların fonksiyonları anlatılsa fena mı olur?
Bizce hiç de fena olmaz. Zira, bu bilgilerle donanmış bir sporcu, enerjisini lüzumsuz kullanmaz ve kendine güveni daha fazla olur.
<#comment>#comment> Her türlü saldırganlık ve tribün teröründen sonra nedense klasik olarak hep "istenmeyen olaylar" gibi bir sözü kullanırız. Esasında burada istenmeyen olaylar yerine çoğu defa beklenen olaylar demek daha doğru olmaz mı? İlk planda sen karşı tarafın taraftarını niçin stada almadın demezler mi adama? Çünkü istenmeyenlerden değil, beklenenlerden korkmuyor muyuz?
Maçlardan evvel basına bir bakın. Hep bir ağızdan iki takımın kardeşliğini ve dostluğunu sakız gibi çiğnemenin bir anlamı yok mu? Onlar da mı korkmuyorlardı beklenenlerden? Şimdi yine bir sürü bilir kişi bu beklenenleri, pardon istenmeyenleri geveleyip duracaklar. Ama sonuç ne? Yine unutup, dostluklardan bahsederek yeni bir beklenene, özür dilerim istenmeyene kadar... Peki bu açmaz ne? Esasında hayvan ve insan doğuştan bir saldırganlık içgüdüsü ve dürtüsü ile dünyaya gelir. Güleceksiniz ama, esasında bu içgüdü veya dürtü iyi bir şeydir. Eğitim ve kültürle insanı iyi şeylere yöneltir. Mesela spor. Sporda başarma arzusu, bu saldırganlık içgüdüsünden kaynaklanır. Öğretim ve kültürle iyiye ve başarıya yöneltilen bu saldırganlık içgüdüsü zamanla taklit edilen bir içgüdü haline dönüşür. İşte bizim problemimiz burada.
<#comment>#comment> Almanlar, nedense sonuç iyi ise herşey iyi derler. Derler de, şimdi biz çok güzel oynandı diye hakikatleri gözardı mı edelim? Herkes, bu güzel futbolu överken, şimdi tenkit yazısı yazmanın sırası mı? Sen köyün tek delisi misin? Ne şamın şekeri, ne arabın yüzü demeden sus.
Teknik adamlar kızmasın ama, bir takımın oyununu sadece adale gücüne ve gole bağlamak yanlış değil mi? Bu takımın psikoloğu yok mu beyler? Ne imiş, ilk yarıda büyüklük hissine kapıldıkları ve rakibi küçümsedikleri için oyuna konsantre olamamış ve iki gol yemişler. Ne var bunda? Yok böyle bahane. Çekirge gibiyiz. Bir atladık, bir bahane, ikinci defa atladık bir bahane daha... Sonrası... Üçüncüde sizi sıçratmazlar arkadaşlar...
Dağdaki çoban gibi, kurt geliyor diye bağırsanız da artık size kimse inanmaz. Esasında şimdi beyleri bir kurt Roma’da bekliyor. Bol kepçe sarı kartlar, kırmızı kartlar da ne demek? Onlarda mı teknik sebeplere bağlı. Bu işin bir psikolojik yönü yok mu? Manchester United gibi, Bayern Münih gibi dünya takımı olacaksak, bu işin de bir kuralı, bir raconu olmalı. Ne dersiniz efendiler? Hala bu iş psikolojik değil diyorsanız. O zaman bu takımı okutmaktan başka çare yok demektir.