Artık inanmıyorum Emre Belözoğlu’nun öfke kontrol bozukluğuna, bir anda çığırından çıktığına falan!..
Ya gerekli durumlarda kullanılmak üzere “yol verilmiş” bir agresifliği var...
Ya da kendisi “hesaplı kitaplı” saldırganlığında.
Taammüden olay çıkarıyor.
Kupa maçından önce Başakşehir’i düşürdüğü durumdan ve kendisinin yine tereyağından kıl çeker gibi yırtmasından yola çıkarak “makbul adamlığın” verdiği şımarıklık mıdır sebebi, yoksa damardan mı Fenerbahçeli kestiremedim henüz!..
***
Şayet şımarıklık şıkkını seçerseniz, hayır diyemem…
Bugüne kadar şiddetin her türlüsüne ve katmerlisine tanık olduğumuz futbolumuzda “birkaç yumruk, birkaç tekme için”(!) Başakşehir’e başlıktaki “Dayak”şehir yakıştırması bazılarına ağır gelebilir...
Ama Başakşehir’in durumunda, kurtarma/kaytarma/yapanı inkar etme şansı yok ki...
Nasıl tekrarlayalım o klasik söylemi:
“Şiddete bulaşanların kulübümüzle alakası yoktur. Kötü niyetli bir grup kulübün asil ve erdemli duruşunu bozamaz”!
Nasıl diyelim?
Top oynaması için eşek yüküyle para verilen ve o kulübün forması ile şereflenen adamlar, taraftara niyet edip günahsız basın mensuplarıyla top gibi oynuyorlar.
Hem de en adaletsiz ve iğrenç şekilde...
Dün Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramıydı... Büyümüş olsak da mutluluk hakkımızdı. Eksik olmasınlar iki büyük takımımız ellerinden geleni yaptı yüzümüzü güldürmek için...
Galatasaray’ın ağlanacak haline, Fenerbahçe’nin tuhaf taktiğine gel de gülme!
Maçın ilk yarısı bir tweete sığar, hal hatır sormalara bile yer bolca kalır 140 karakterde...
“Dev derbi” dedikleri o kadar kısırdı yani!
Özeti tempo yapmak, oynamak isteyen bir Galatasaray; izin vermeyen Fenerbahçe.
Evet... Fenerbahçe bu sezon hiç yüzü gülmese de “komedyen taktiğini” benimsemişti Advocaat ile!..
Olayı başkası yaratacak, o espriyi patlatacak.
Şenol Güneş büyük hoca... Bırakın kendi takımını, rakipleri de kitap gibi okuyor, neyi nasıl yapacaklarını ve sonucun ne olacağını maç oynanmadan biliyor.
Lyon’a -büyük olasılıkla- eleneceklerini öngördüğünden eminim!..
Elbette kalecinin kucağına atılacak son iki penaltıyı falan tahmin edemezdi ama Lyon’un Beşiktaş’tan daha iyi oynadığını tespit etmiş, İstanbul’da işlerinin çok zor olduğunu anlamıştı.
Hatta dramatik bir sonuçtan bile çekinmiş olabilir.
Lyon rövanşından bir gün önce UEFA’nın bu maça hiçbir etkisi olmayacak kesilmiş fakat kesinleşmemiş, üstelik “ertelenmiş cezasını” bahane ederek “sahaya 1-0 mağlup çıkıyoruz” demesi bu yüzdendi.
Düşünelim bakalım... Başka hangi sebeplerle tamamen yönetimin görev alanına giren bu konuyu “yaktınız bizi” yakarışıyla çeyrek final basın toplantısına taşırdı bir teknik direktör?
“Mağduru” oynayıp tribüne taraftar yığmak, onları hırçınlaştırıp rakibi ürküterek avantaj sağlamak için mi?..
Söylemekle olmuyor işte... Kırk bin kere de “Dünya Derbisi” deseniz, böyle aciz ve hedefsiz durumdaki Galatasaray ile Fenerbahçe’nin maçı, ezeli rekabetteki bir istatistikten öte anlam taşımıyor.
Bırakın heyecan vermeyi, “bir zamanlar neydi bunlar” diye insanın yüreğini burkuyor açıkçası.
Ötmeyen kanaryalı, kükremeye mecali kalmamış aslanlı, “ne oldum deme” mesajlı bir La Fontaine hikayesi sanki.
Nasıl heyecanlansın millet?..
Bir kere “iddia” yok ortada. Hadi yok demeyelim de; yarı yarıya...
Hedef deseniz, çeyrek porsiyon.
Futbol hiç yok.
Beşiktaş-Lyon maçında çıkan olaylar ve endişeyle beklenen artçıları daha çok köpürecek, can sıkacak, hatta can yakacak belli ki... Hem de en başta olayın en masumları sayılacak Beşiktaş ile Lyon’un canını ne garip ki!
Evet... İkisi de masum aslında.
İlla kulüplerde bir kusur aranacaksa, Lyon’un altlı üstlü taraftar tercihi ile işi kolaylaştırdığı iddia edilebilir belki. Beşiktaş’ta o kadarı bile yok...
Futbol böyle bir oyun işte.
Bir yandan izleyenler ne kadar kalabalıksa o kadar değerleniyor, diğer taraftan tribüne bagajlarındaki sorunlarla, kinle gelip futbol dekorunda dejarj olan kalabalıkların hesabını yine futbol ödüyor.
Kulüpler, acımasız bir zorbanın elindeki rehine gibi... Onun formasını giymiş herhangi biri kurallar dışına çıkarsa rehinenin parmağı, kulağı kesiliyor sanki.
Uluslararası siyaset analizi bizi aşar ama tribündeki Türklerin Fransızları tutuşturmaya çalışması, Fransızların Türkleri linç etmeye kalkmasında futbolun, galibiyet arzusunun, taraftarlığın payı yüzde bir bile olamaz.
Ağır çekimde rakibe ağır hasar vermediği anlaşılsa bile kimse acımaz “boşver gelişi sarı kart adamın” derler ya çift taban dalana... İgor Tudor’un Galatasaray’a gelişi de “faulün dik alasıydı” zaten.
O yüzden yönetimden göreceği “kırmızı kart” bizi bağlamaz.
Ayrıca“pozisyonu” kare kare izlenince ortaya çıktı ki, rakibe bir şey olmamış ama Galatasaray yıkıcı darbeler yemekte!
Kızabilir misiniz De Jong’a, Podolski’ye, Sneijder’e?..
Tudor için “ya o, ya biz” demelerini sadece kenarda oturan veya beğendiği mevkide oynayamayan futbolcu kaprisine bağlayabilir misiniz?
Tam tersine; takdir etmelisiniz!
“Bu adamla olmaz” diyerek ellerini, ayaklarını, kendilerini taşın altına koyuyorlar.
Dün Fenerbahçe’nin Kadıköy’de 5-6 bin taraftar tanıklığındaki Akhisar Belediyespor zaferini (!) yazdım ve olmayan seyirciyi “olmayana ergi metodu” ile andım!
“Seyirciye gelince… Sahi kaç kere doldurdu onlar tribünleri. 2 mi 3 mü?.. Ve hepsi de Fenerbahçe çok güçlü bir rakiple oynarken.
İnsan düşünüyor bazen... Akhisar gibi Fenerbahçe’nin kazanma ihtimali kuvvetli bir rakibe talep göstermiyor Fenerbahçe seyircisi... Fenerbahçe’nin kaybetme olasılığını yükselten güçlü rakipleri kaçırmıyor. Sanki mağlubiyete şahit olmak istiyor.”
Biraz kışkırtıcı ki, Yargıtay içtihatına göre bu benim hakkım...
Hatta ödevim.
Ortada bir sorun varsa, ona dikkati çekmek, çözülmesine katkı yapmak için gerektiğinde sertçe gitmeli üzerine gazeteci.
Tepki gelir diye lafı yuvarlamamalı...
Aldırmadım... Lakin aralarında bir tepki var ki, ona biraz kırıldım.