Birkaç gün önce Fazıl Say’ı Japon hayranlarıyla birlikte izlemek üzere Tokyo’dan Kyoto’ya gittim. Onu izlerken; Japonya’da nasıl karşılanıyor, Türkiye’de nelerle mücadele ediyor diye düşündüm.
Henüz Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın programından Fazıl Say eserlerinin çıkarıldığı haberini de almamıştık.
Dün sabah Tokyo’dan İstanbul’a gelmek üzereyken, havaalanında aldım haberi.
Fazıl Say sadece solist olarak programdan çıkarılmamış, eserleri de çıkarılmış. Hatta bu durum Twitter’da Fazıl Say hayranları tarafından “Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası repertuvarındaki eserlerdeki Fa sesleri bir daha çalınmayacak. Konservatuvarlarda fa oktavdan çıkarıldı” esprilerinin yapılmasına bile neden oldu.
Böyle bir karar kim tarafından, hangi gerekçeyle alındı bilemiyoruz tabii. Ama
Fazıl Say’ın Türkiye’deki 25 konserinden 15’inin iptal edildiğini de düşünürsek, zamanlama manidar.
Dünya çapında sayılı sanatçımız varken ve bütün dünya onlara sahip çıkarken; bir tek bizim onların değerini bilmememiz ve hayatlarını giderek daha da zorlaştırmamız yazık gerçekten.
Japonya, hayatta en çok görmek istediğim ülkeydi. Çizgi filmlerden sonra ‘Lost in Translation’, ‘Blade Runner’, ‘Kill Bill’ gibi filmlerle yer etmişti aklımızda. Her giden başka bir gezegen olduğunu anlata anlata bitiremiyordu. Sanki gerçekten de bu gezegende, dil ve alfabe farkından kaybolacağımı sanıyordum.
Oysa gelip görünce, şimdiye kadar duyduğunuz her şeyin aslında ne kadar abartı olduğunu görüyorsunuz. Tamam, Japonlar’ın çoğu sular seller gibi İngilizce konuşmuyor. Ama hepsi derdinizi anlamak için elinden geleni fazlasıyla yapıyor ve aynı dili konuşmasanız da bir şekilde anlaşıyorsunuz.
Her saatte, her bölgede sonsuz güvendesiniz. Depremde bile bir şey olmaz hissi hakim ülkeye. Daha ilk günden kendinizi uzun zamandır Japonya’da gibi hissediyorsunuz. Beyaz dantelli taksilerdeki beyaz eldivenli şoförleri yadırgamıyor, metroda kendi yolunuzu kendiniz bulabiliyor, sonra da sırf doğru yolda olduğunuz için bile mutlu oluyorsunuz.
HIZLANDIRILMIŞ TOKYO TURU
Tokyo’ya gelince; güzel bir şehir demek pek mümkün değil. Üstgeçitleri yüzünden gökyüzünü bile göremediğiniz, zaten parlak neon ışıklarından gözlerinizin kamaştığı tipik bir büyük şehir. Hiçbir bölgesi birbirine
Beş günlük Japonya seyahatinde Fazıl Say konserine gidilir mi? Üstelik sabahın köründe Tokyo’dan kalkıp hızlı trenle 2 saat 10 dakikada Kyota’ya varıp, konser saatine kadar hızlandırılmış bir şehir turu yapıp, üstüne de o yorgunlukla konser izlenir mi? İzlenir tabii, hem de memnuniyetle.
Kyoto’da havalimanı yok, en yakın havalimanı arabayla iki saat uzaklıkta, Osaka’da. Ama bir konser salonu var ki, üçüncü havalimanı ve üçüncü köprünün planlandığı koca İstanbul’da böyle tek bir konser salonu bile yok!
Yine de şanslıyız, Japonlar’ın da hayran olduğu Fazıl Say’ı İstanbul’da da, hatta yazın Bodrum’da da sık sık izleme fırsatımız oluyor.
Fazıl Say 10 gündür Japonya turnesinde.
Hemen hemen her gün başka bir şehirde konseri var. Yine iki haftalık bir Fransa turnesinden geliyor. Fazıl Say’ı özellikle Japonya’da bu kadar çok izlemek istememin nedeni; aslında ne kadar iyi olduğunu görmek değil, tamamen izleyicinin tepkisini merak etmek.
KONSER SONUNA KADAR SALONDA ÇIT ÇIKMIYOR
Soho House İstanbul’da tutar mı tutmaz mı? Şimdiden üye olmalı mı, olmamalı mı? Yurt dışındaki Soho House’lara giremeyeceksek sırf İstanbul için bu ücrete değer mi? Soho House’ların yaratıcısı Nick Jones bu soruların yanıtını verdi
Üye olmalı mı olmamalı mı? İşte bütün mesele bu. İstanbul’da son günlerde herkes birbirine bu soruyu soruyor. Yeni yılda Amerikan Konsolosluğu binasında açılacak Soho House İstanbul’un üyelik başvuruları başladı.
Kurucu üyelere davet e-postası Soho House’ların yaratıcısı Nick Jones imzasıyla gönderildi. Önce “E-posta geldi mi gelmedi mi?” meselesi oldu. Gelmeyenler bozuldu, sonradan
anlaşıldı ki davet mesajlarının bir kısmı “junk mail”lerde kaybolup gitti.
Daha sonra “Türkiye’de üyelik sistemiyle çalışan bir kulüp tutar mı tutmaz mı?” tartışmaları başladı. Açılış zamanı yaklaştıkça tartışmalar da hararetlendi.
Bir kez daha “Sex and The City” dizisinin unutulmaz sahnesi geldi gözümüzün önüne. Samantha’nın bütün uğraşlarına rağmen üye olmayı başaramayıp tuvalette unutulmuş bir üye kartına el koymasıyla başladı her şey. Carrie, Charlotte ve Miranda’yı New York Soho House’a götürmesi ve üye olmamaları nedeniyle kovulmaları.
Ortalık neden
Zorlu Center’da Alain de Botton’u dinlemek üzere toplanmışız. Önce sahneye The School of Life İstanbul’un yöneticisi çıkıyor, hemen arkasından ise Bilgi Üniversitesi Rektörü...
Biri uzun uzun Alain de Botton’un kendilerine nasıl inandığını, güvendiğini anlatıyor. Sanırsınız Alain de Botton kendisi gelip İstanbul’da bu okulu kuralım demiş! Diğeri ise uzun uzun Bilgi Üniversitesi’ni övüyor. Meğer üniversite tanıtım günlerine gelmişiz de haberimiz yokmuş.
“ÇOK ISRAR ETTİLER...”
Alain de Botton’un sahneye çıkması epey vakit alıyor. Sahneye çıktığında da “Ben başta istemedim, ‘Nasıl olur?’ dedim ama çok ısrar ettiler” diye başlıyor konuşmasına...
Daha sonra da üniversite tanıtım günlerine devam ediyor. The School of Life’ı anlatıyor uzun uzun.
İster istemez aklıma dün yazdığım, üniversitelerin artık nasıl da eğitim kurumlarından çok, şirketlere dönüştüğünü anlatan ‘Ivory Tower’ adlı belgesel geliyor.
Son zamanlarda izlediğim en ilginç film; Ivory Tower. Hayır, heyecandan kımıldamadan yerinize mıhlanacağınız bir aksiyon ya da ‘beklediğimiz kadar gülemedik’ diyeceğiniz bir komedi filmi değil. Amerikan üniversiteleri ile ilgili bir belgesel. THY sayesinde uçakta izledim; başka zaman olsa, belki aklıma bile gelmezdi...
EĞİTİM Mİ, TESİS Mİ ÖNEMLİ?
Film, Amerikan üniversitelerinin eğitim kurumu olmaktan çıkıp nasıl birer şirkete dönüştüğünü anlatıyor.
Daha iyi eğitimden çok, daha iyi tesise odaklandıklarını örneklerle kanıtlıyor.
Zaman içinde bir okulun kaç yüzme havuzu olduğu, kaç profesörü olduğundan daha önemli hale gelmiş durumda. Boşuna eğitim sisteminin bu durumuyla ilgili,
‘Paying for the party - Partilemek için para ödemek’ başlıklı bir kitap bile yazılmamış!
İstanbul Moda Haftası, resmi adıyla ‘Mercedes-Benz Fashion Week Istanbul’ bugün itibariyle başlıyor. Bu hafta 5 gün boyunca 2015 ilkbahar-yaz modasına hakim olacağız.
Daha moda haftası başlamadan, Vogue’un La Petite Maison’da moda haftası şerefine düzenlediği açılış partisinin ülke gündemi nedeniyle iptal edildiği haberi geldi.
Geçen sezon da moda haftasında yine benzer nedenlerle defileler ertelenmiş, partiler iptal edilmişti. Hatta ertelenmeyen defilelere de büyük tepki gösterilmişti.
Bu sezon moda haftasının takvimi son ana kadar netleşmedi. Nasıl netleşsin? Gündem hızlı değişiyor.
Sayılı gün kala defile saatleri belli oldu, davetiyeler daha yeni geldi. Evet, moda haftası iyi niyetli bir girişim ve arkasında büyük emek var ama yine de kabul etmek lazım, herkesin aklından aynı şey geçiyor:
“Moda haftası bizim neyimize?”
İstanbul Doors Group’un kurucularının 6 Kasım’da Londra’da açacağı İtalyan restoranı Frescobaldi ile başlıyor, Changa’nın 15’inci yıl ve Lucca’nın 10’uncu yıl kutlamalarıyla devam ediyoruz
İstanbul Doors Group’un kurucu ortaklarından Levent Büyükuğur ve Berk Ekşioğlu (altta) ile şarapları ve zeytinyağlarıyla ünlü Frescobaldi ailesi (üstte) Londra’da İtalyan restoranı açıyor.
FRESCOBALDI / 6 Kasım
İngiltere’de Türk-İtalyan ortak yapımı restoran
stanbul yeme-içme dünyası 6 Kasım’da Londra’ya bir çıkarma yapmaya hazırlanıyor. Nedeni belli, beklenen İtalyan restoranı Frescobaldi sonunda açılıyor. Peki ama Londra’da açılan bir İtalyan restoranının İstanbul ile ilgisi ne?