Buz, İstanbul’un gelmiş geçmiş en stil sahibi mekânlarından biriydi.
Nişantaşı’nda bir apartmanın 3. katında olmasına rağmen.
Lal Dedeoğlu ve Ender Sanal’ın yakın çevresiyle başladı, daha sonra ünü kulaktan kulağa yayıldı ve geceleri apartmanın önünde kuyruklar oluşmaya başladı.
Kapıda Richie Varon, o zamana kadar görülmemiş bir tavırla “Girebilirsiniz, giremezsiniz” buyurdu.
Aramızda Kalmasın adlı magazin programında yaşananları tekrar tekrar izledik.
Ağlanacak halimize gülerek.
Sosyal medya yıkıldı, ‘Kürk Mantolu Madonna’yı şarkıcı Madonna’nın hayatı sananlar karşısında.
Sabahattin Ali’nin kitap kapağına bakarak, 1943’te yazıldığını duyunca “Madonna var mıydı, o yıllarda?” diyen mi istersiniz, “Ben kitabı okudum” deyip Madonna’nın aşkları, ilişkileri hakkında olduğunu iddia eden mi?..
Nobel Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi açıklandığından beri tartışmalar durulmuyor.
Nobel’in bir edebiyatçıya değil de bir şarkıcıya verilmesini kabullenemeyenler var. Sanki söz konusu olan Bob Dylan değil de Kenan Doğulu’ymuş gibi davranılıyor.
Oysa Bob Dylan değerli bir ozan.
Türkiye gibi âşık ve ozan geleneğinin olduğu bir kültürde bunun anlaşılamaması daha da tuhaf.
İstanbul Moda Haftası, resmi adıyla Mercedes Benz Fashion Week Istanbul, bu sezon Zorlu PSM’ye taşındı, ama haftanın başlangıcını salı sabahı Pera Palas’ta yaptık.
Moda dünyasından tanıdık isimleri, moda dergilerinin editörlerini ve blogger’ları sabahın erken saatlerinde Pera Palas’a toplayan Gül Ağış’ın markası Lug Von Siga’nın sunumuydu.
Lug Von Siga, Agatha Christie’nin İstanbul yolculuğundan ilham alan bir koleksiyon sergiledi.
Doğrusu Pera Palas’ın ihtişamı bu sunuma çok yakıştı.
Lindsay Lohan’ı sosyal medyada dehşet içinde izliyoruz.
“Yalnız ve güzel ülkemizin tanıtımı Lohan’a mı kaldı?” diyerek.
Hadi madem Hollywood’un en sık rehabilitasyona giren, en sorunlu, ikinci sınıf (sinema dünyasında A listesine giremeyen) ünlüsünü seçtik, “Hollywood’un cesur yüreği” ilan ettik...
Suriyeli mülteci ailelerin Gaziantep’te yaşadıkları kamplara kadar ziyaret ettirdik...
Sanki ülkede her kadının başını örtme mecburiyeti varmış gibi, Lohan’ın başını da bağlamamız şart mıydı? Kılık-kıyafet konusunda kadınlar artık kendi kararlarını kendileri verebilmeli, isteyen başını örter, isteyen örtmez.
Artık bu gidişle Lindsay Lohan, Tuğçe Kazaz’ın izinde emin adımlarla ilerler.
Terörü lanetlemesi, “Inshallah, pray” yazması, Türkiye’yi, sanki kendi çok güvenilir bir otoriteymiş gibi kendi kendine “güvenli” ilan etmesi derken, bakarsınız yavaş yavaş buraya yerleşir ve yeni bir hayata başlar.
Bir süre sonra din değiştirme haberleriyle de gündeme gelirse şaşırmamak lazım.
- Frieze’i bu yıl nasıl buldunuz?
Frize sanat takviminde sezonun başlangıcıdır. Frieze’e bu yıl Türkiye’den çok önemli koleksiyonerler geldi. Buradaki ilgiye bakılırsa, Contemporary Istanbul’un da iyi geçeceği sonucunu çıkarmak mümkün.
- Türkiyeli sanatçılar ve galericiler yerli koleksiyonerlerin yurt dışında daha çok alım yapmaya başlamasından şikayetçi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, artık koleksiyonerlerimiz yurt dışındaki fuarları, sergileri daha yakından takip ediyor. Bu önemli bir gelişme ama bu Türkiye’de alım yapmadıkları anlamına gelmiyor. Türkiye’de çağdaş sanat piyasası yeni yeni oturuyor. Şişen fiyatlar normale dönüyor. Geleceği olumlu görüyorum.
“Tasarım bölümü de eklendi”
- Contemporary Istanbul’da bu yıl ne gibi yenilikler var?
Bizi en çok heyecanlandıran yenilik, “Collectors’ Stories” sergisi. 60 koleksiyonerin kendi koleksiyonlarından seçtikleri 120 sanat eserini sergileyeceğiz. Daha önce hiç görülmemiş, sanatseverlerle paylaşılmamış koleksiyonlar da ilk kez paylaşılmış olacak. Bu, genç koleksiyonerlere ilham verme bakımından önemli bir proje. Ayrıca Contemporary Istanbul olarak başlayacağımız sanat yayıncılığının da ilk kitabı olacak. Fuardan sonra bu kitabı
Gastronomika 2016 dönüşünde Bilbao’daki Guggenheim Müzesi’ni gezebilmek için on takla atıyorum.
Önce internetten müze giriş biletini alıyorum, sonra Bilbao-Londra uçuş kartını telefonuma indiriyorum.
Müze açılır açılmaz, sabah saat 10’da kapısında olabilmek için 08.30’da San Sebastian’dan hareket ediyorum.
Zamanım kısıtlı, koşar adım geziyorum müzeyi.
Bacon’lar, Picasso’lar, Serra’lar arasında kayboluyorum.
Bir Frank Gehry eseri İstanbul’da da olmalıydı!
San Sebastian’daki Gastronomika 2016’dan izlenimlerle devam ediyoruz.
Dünyanın gastronomi sahnesindeyiz.
Güne önce, yıllarca dünyanın en iyi restoranı seçilen El Celler de Can Roca’nın kurucularından Josep Roca ile şarap tadımı ile başlıyoruz.
Şarap uzmanlarının gözlerinin faltaşı gibi açıldığı müthiş bir liste var önümüzde.
Sadece Petrus gibi pahalı marka etiketleriyle değil, aynı zamanda özenle seçilmiş rekoltelerle tavlıyor uzmanları Josep Roca.