Tam 3 yıl önce Londra Moda Haftası devam ederken Net-a-Porter’nin kurucusu olarak tanıdığımız, daha sonra Farfetch’in başına geçen İngiliz Moda Konseyi Başkanı Natalie Massenet’ten bir e-mail düşmüştü posta kutuma.
“İngiliz Moda Konseyi’ne üye bir yabancı basın mensubu olarak The Fashion Awards (Moda Ödülleri) için oy kullanmanı istiyoruz” diye.
İlk kez dört yıl önce modanın Oscarları denilen The Fashion Awards’u Londra’da Royal Albert Hall’da yerinde izlemiştim.
Ön masada Lady Gaga, David Beckham, Salma Hayek Pinault, Donatella Versace, Tom Ford, Ralph Lauren, Gigi Hadid, Kate Beckinsale, Kate Moss, Lara Stone, Karlie Kloss, Marilyn Manson, Mario Testino, Nadja Swarovski, Naomi Campbell, Skepta, Stella Tennant, Natalie Massenet, Carine Roitfeld, Franca Sozzani, Alexandra Shulman gibi isimler vardı.
‘Şeytan Prada Giyer’in yazılmasına neden olan Amerikan Vogue’un efsane yayın yönetmeni Anna Wintour belki de hayatında ilk defa ‘front row’da değil, ikinci sıradaydı.
“Modanın kraliyet ailesi burada” diyorlardı, haklıydılar, en iyi modeller de, fotoğrafçılar da, moda tasarımcıları da törendeydi.
İngiliz Moda Ödülleri üç yıl önce adındaki ‘İngiliz’i çıkarıp daha uluslararası bir boyuta geçti,
Bir kadın olarak boşanma sürecinde annelerin çocuklarına yaşattıklarını gördükçe utanıyorum.
Elbette, babalar da masum değil bu süreçte.
Ama eşlerin arasında her ne olursa olsun, çocuklara bu travmaları yaşatmaya kimsenin hakkı yok.
Önceki gün izledik, mahkeme kararıyla evden zorla alınan çocukların kameralardaki görüntülerini.
Gözyaşları içinde de olsa bunu yayınlamak da bir gazetecilik başarısı değil.
Bir annenin sanki ‘yayındayız’ deyince akmaya başlayan gözyaşları da, evinde mahkeme kararının uygulandığı anda bekleyen TV kameraları yetmezmiş gibi bir de yakınlarının sakinleştirmeye çalışacağına, ellerinde cep telefonlarıyla bu anı görüntülemesi de korkunç.
Ve bütün bunların sonunda sanki tek suçlu babaymış gibi, çocukları dolduruşa getirmek de, babanın bu krizi daha iyi şekilde yönetememesi de hepsi birbirinden üzücü.
Görevli pedagogun “Yetkimiz yok, karar uygulanacak” demesi de bardağı taşıran son damla.
Uzun zamandır satıldı satılacak, kapatılacak ev yapılacak gibi söylentiler vardı Bebek Oteli için.
Çeşitli alıcılar ortaya çıktı, daha sonra çoğu vazgeçmek durumunda kaldı, ev sahibinin 3 odayı kendine tutmak istemesi nedeniyle.
Neyse ki Muzaffer Yıldırım yılmadı ve yılların Bebek Oteli’ni The Stay otellerinin bünyesine kattı.
Adını The Stay’e değiştirmeyerek, ‘Bebek Hotel’ markasını koruyarak da büyüklük yaptı.
Malum, Bebek Oteli İstanbul’un simgelerinden biri.
Yenilenerek açıldığından beri kime, “Hadi gidelim, görelim” desem, aldığım tepki aynıydı: “Kıyafetimiz uygun mu, kapıda sorun çıkar mı, servis çok kötüymüş aç kalırız vs...”
Herkesin hemfikir olduğu tek bir konu vardı, o da Mahmut Anlar çok iyi bir iş çıkarmış, iç tasarımı çok güzel olmuş.
Kengo Kuma, yaşayan en ünlü Japon mimar. 2020 Tokyo Olimpiyatları için yeni yaptığı Olimpiyat Stadı’ndan İskoçya’daki Victoria & Albert Müzesi’ne birçok bilinen projesi var. Türkiye’deki ilk projesi Odunpazarı Modern Müze (OMM) ise 7 Eylül’de açılacak. Öncesinde Kengo Kuma’yı Tokyo’daki ofisinde yakalıyorum ve merak ettiklerimi soruyorum.
- Kariyerinize nasıl başladınız?
1980’lerde başladım, balon ekonominin zirvesiydi o dönem. Balon sönünce Japonya’da istediğim gibi iş bulamadım. Önce banliyöye gittim, 10 yıllık süreçte doğal malzemelerle çalışmayı öğrendim. Tokyo’ya geri döndüğümde hâlâ doğal malzemelerle çalışmak istediğime karar verdim. 1990’larda tarzım şimdiki haline dönüşmeye başladı, şirketimi kurdum. Ondan önce yaptığım projeleri de seviyorum ama şimdiki tarzımdan çok farklı olduklarını kabul etmeliyim. Daha deneyseller.
- Tanıştığımızda elinizde Haruki Murakami’nin kitabı vardı, Murakami’nin yanından geliyordunuz, birlikte çalıştığınız proje nedir?
Murakami Türkiye’de seviliyor mu? (Hem de çok diyorum, Kuma anlatmaya devam ediyor) Biliyor musun, dün Murakami’yle uzun uzun Türkiye’den konuştuk, Murakami kedileri çok seviyor, bir gözü mavi bir gözü yeşil olan Türk kedilerini
25 Mart’ta Silikon Vadi-si’ndeki Steve Jobs Tiyatrosu’nda Apple’ın ‘Şimdi şov zamanı’ dediği duyurusunda Oprah Winfrey’den Steven Spielberg’e, Jennifer Aniston’dan Reese Witherspoon’a dünyanın en ünlü ‘celebrity’leriyle aynı salondaydık.
Ama ne bir Hollywood yıldızı, ne bir TV starı, ne de bir dünya sineması ustası beni onun kadar heyecanlandırmadı.
Apple’ın kreatif direktörü Jonathan Ive’ı karşımda gördüğümde içten içe saygı duruşuna geçtim.
Apple’ın birçok ürününün tasarımına imza atan, ‘lovemark’ markalardan olmasını sağlayan en önemli figürlerden biri olan Jonathan Ive, yakın arkadaşı olan bir başka değerli tasarımcı Mark Newson’ı da Apple’ın ekibine katılmasını sağlamış ve güçlerine güç katmıştı.
Uzun zamandır Jonathan Ive ve Mark Newson’ın sonraki adımı merakla bekleniyordu, Apple’dan ayrılmaları ve kendi tasarım şirketlerini kurmaları.
Beklenen karar sonunda açıklandı, Jonathan Ive ve Mark Newson ‘LoveVenture’ adlı yeni şirketlerinde Apple ile çalışmaya da devam edecekler, ama teknolojinin yanı sıra başka alanlarda da çalışacaklar.
Bakalım, efsane ikili şimdi kurumsal hayattan çıkıp daha ne harikalar yaratacaklar...
Taksi sorunu
Geçen hafta Dünyanın En İyi 100 Restoranı listesinin 51-100. sırası açıklandı.
Hatta bu yıl 100 yerine 120 restoran seçildi, ödüllerin sponsoru S. Pellegrino’nun 120. yılı şerefine.
Listede Türkiye’den iki restoran dikkat çekti, 52. sırada Mikla ve 110. sırada Neolokal.
Önceki gün ise Dünyanın En İyi 50 Restoranı Singapur’da açıklandı, Mikla’nın şefi Mehmet Gürs ve Neolokal’in şefi Maksut Aşkar da oradaydı.
Geçen yılın en iyisi Massimo Bottura’nın Osteria Frances-cana’sıydı, bu yıl ise Arjantinli şef Mauro Colagreco’nun yönettiği Fransa’daki Mirazur oldu.
Bu yıl kurallar değiştiği için daha önce zirvede olan restoranlar listeye alınmadı.
İlk 10’da İspanya’dan 3 restoran, Fransa, Danimarka ve Peru’dan ikişer restoran dikkat çekti.
Yaz şimdi başlıyor.
Ne okulların kapanması, ne havaların dayanılmaz derecede ısınması hiçbir şey bu yıl yaz tatilini başlatamadı.
Ta ki düne kadar.Seçimlerin yenilenmesi nedeniyle İstanbulluların çoğu İstanbul’daydı, şehirlerine sahip çıkmak, vatandaşlık görevlerini yerine getirip oy haklarını kullanmak için.
Hafta sonu havaalanları, yollar her yer tıklım tıklımdı ve ilk defa kimse kalabalıktan şikâyet etmedi.
Tam aksine, iyi ki herkes şehirde diye sevindi.
Sonuç, yüksek katılımlı demokratik bir seçim oldu.
İstanbul’a çok yakıştı.
Kaybedenin olgunlukla kazananı tebrik ettiği, kazananın olgunlukla herkesi kucakladığı manzara iyi geldi hepimize, birlik ve beraberliğin önemini daha da derinden anladığımız bugünlerde.
Hatırlarsınız, 2000’lerde yabancı dergiler ‘Istancool’ başlıklı kapaklar yapıyor, Monocle’dan Wallpaper’a bütün havalı dergiler İstanbul’dan bahsediyor, Financial Times’tan New York Times’a bütün gazeteler görülmesi gereken şehirler listesinde İstanbul’u en üst sıralara koyuyordu.
İşte o zaman Beyoğlu’nda yürürken Türkçe konuşanlar kadar yabancı dil konuşanlara da rastlıyorduk.
Şimdi malum nedenlerden dolayı kısa bir duraklama döneminden sonra İstanbul yeniden uluslararası yayınların, dünya çapında güçlü isimlerin gündeminde.
Hâlâ en iyi tatil destinas-yonlarından seçiliyor.
Unutmamak lazım, İstanbul, en büyük, en lüks, en pahalı, en yeni yapılarıyla değil, maalesef hızla yok olan tarihi dokusu, kültürel mirası ve doğal güzellikleriyle öne çıkıyor.
Gelecek program: Caz festivalleri
Montreux Caz Festivali 28 Haziran’da, İstanbul Caz Festivali ise 29 Haziran’da başlıyor.