Bilgisine ve yeteneğine çok güvendiğim sevgili arkadaşım Dr. Canan Öztürk’e yine saç dökülmesini sordum. Canan Öztürk bir dermatolog ve gerçekten en güvendiklerim arasında... Ben bir hastama kanser tanısı koyduğumu ve tedaviye başlayacağımı söylediğimde bana ilk sorduğu soru: “Saçım dökülecek mi?” Kemoterapinin saç dökülmesi ve bulantı ile özdeşleştiğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Yeni nesil ilaçlar ve immünoterapilerle bu yan etkiyi daha az görüyoruz ama yine halen standart kemoterapi uyguladığımız hastalarda en sık gördüğümüz ve en rahatsız edici şikayetlerden biri. Görünürde bir sağlık problemi olmayanların da aslında en sık şikayetlerinden biri saç dökülmesi. Tekrar tekrar sormayı ve yazılmayı hak eden konulardan biri dolayısıyla da...
Sağlıklı saç dökülür mü?
Saç tellerinin belli bir yaşam döngüsü vardır. Belirli aralıklarla uzar ve dökülür. Ancak bu dökülmenin belirli bir miktarı vardır. Günde
Meme Kanseri Farkındalık Ayı devam ederken, konuyla ilgili bilinç düzeyini artırmak için yüzlerce etkinlik de devam ediyor. Meme kanseri önlenebilir ve tedavi edilebilir bir hastalık ve tabii ki en önemli konu hastalığı engellemek. Farkındalık ayı kapsamında yeni ve dikkat çekici bir proje bu konuya dikkat çekiyor. Günlük yaşamımızda da çok önemli bir konu; “Glüten hassasiyeti olmayanlar da glütensiz mi beslenmeli?” Sevgili arkadaşım Doç. Dr. Eda Küçüktülü, bu konuya dikkat çekecek bir proje hazırlamış. Gelin hep birlikte detaylarına bakalım...
Meme kanserinde beslenme neden çok önemlidir?
Şekerli ve işlenmiş gıdalarla alınan fazla kalori ve hareketsiz yaşam tarzı vücut yağ miktarında artışa sebep olur. Ortaya çıkan serbest yağ asitleri insülin salınımını ve direncini artırır. İnsülin de, tümör büyümesine etki edebilecek büyüme hormonlarının devamlı salınımına yol açar. Ayrıca yağ dokusunda östrojen üretimini de artırır. Artan östrojen de meme kanseri nedenlerinden
Hiçbirimiz hasta olmak istemeyiz ancak daha da çok istediğimiz bir şey var ki o da kendimizi yorgun, halsiz hissetmemek. Sokağa çıkıp rastgele karşılaştığınız insanlara sorsanız her üç kişiden ikisi kendisini yorgun hissettiğini söyler. Her cinsten, yaştan ve meslekten milyonlarca insana “Niye yorgun hissediyorsunuz?” diye sorsak onlarca sebep sayabilir, bazen de hiçbir açıklama getiremeyebilirler. Kronik yorgunluk nedir ve bunu nasıl çözeriz, bu sorunu biraz irdeleyelim derim.
Amerikan Hastalık Kontrol Merkezi’ne göre kronik yorgunluk diyebilmek için aşağıdaki kriterlerin bazılarının asgari altı ay sürmesi gerekiyor. Bu şartlar:
- Yorgunluk,
- Hafif ateş, soğuk algınlığı veya boğaz iltihabı,
- Boyunda ağrılı lenf düğümleri,
- Sebepsiz kas güçsüzlüğü ve kas ağrıları,
- Bedensel faaliyet sonrası asgari 24 saat süren yorgunluk, baş ağrısı,
Ekim ayı, en sık rastladığımız, iyileştirme konusunda en başarılı olduğumuz ve titiz davranırsak erkenden fark edebileceğimiz; hayatımızın tam ortasında duran ve ilgiyle baş edebileceğimiz bir kanserin farkındalık ayı, meme kanseri. Bütün aktiviteler kadınlar için, kadınlarla birlikte yapılıyormuş gibi olsa da aslında daha az oranda da olsa erkeklerde de görülebilir ve kadınlar için geçerli olan her şey erkekler için de geçerlidir.
Meme kanseri, her şeyden önce önlenebilir bir kanser. Yapılması gerekenler de çok basit aslında; kontrollü yiyin, egzersiz mutlaka hayatınızın bir parçası olsun, kendi kendinize meme muayenesi, periyodik doktor muayeneleri ve belli bir yaştan sonra mamografiler rutininiz olsun. Tüm bunlara dikkat edince meme kanserini yüzde 50-60 oranında engelliyoruz, düzenli kontrollerle de daha belirgin hale gelmeden oluşan bir kanseri fark edip, kür elde edebiliyoruz. Yani çok komplike düşünmeye veya meme kanserinin ailemizden bize miras, engellenemez bir hastalık olduğuna inanmaya son! Bu kanserin farkında olmak yani bizim de başımıza
Mikrobiyotayı bir de birlikte çalıştığım diyetisyen arkadaşım Emel Unutmaz’dan dinleyelim. Konu bu kadar önemli olunca tekrar tekrar anlatma ihtiyacı duyuyoruz...
- Mikrobiyota nedir?
Bağırsak dengesinin sağlanmasında görevlidir. Bağırsaklarda meydana gelen disbiyozis kanser de dahil olmak üzere birçok hastalığın sebebidir. Diyet, yaşam şekli, ilaç kullanımı gibi durumlar bağırsak mikrobiyotasını etkiler. Bağırsak mikrobiyotasının endokrin hücreleri düzenlemesi ile glukoz metabolizması, insülin hassasiyeti, enflamasyon, obezite ve metabolik sendrom, kanser gibi hastalıklar üzerinde etkili olabilmektedir. Aynı zamanda bağırsak mikrobiyotasının çeşitliliğinde azalma, bağışıklık sistemini zayıflatarak başka bölgelerdeki tümörler üzerinde de etkili olur. Bunu da hormonları ve ilaç metabolizmasını düzenleyerek yapabilir. Ek olarak alınan dışkıdan mikrobiyota bakılması prostat ve akciğer gibi kanser türlerinin teşhisinde yardımcı olabilmektedir. Bağırsakta bulunan probiyotik bakteriler tümör oluşumunun ve tümör büyümesinin engellenmesine yardımcı olur.
-
Her taşın atından çıkan mikrobiyota kilonuzu da belirliyor olabilir. Bazı insanlar çok zor kilo verebiliyor hatta hiç veremiyorken bazıları yaşam tarzında yaptıkları küçük değişikliklerle çok hızlı kilo verebiliyorlar. Bunun pek çok sebebi olsa da en az akla geleni bağırsaktaki bakteri durumu. Mikrobiyota, aynı her hafta ertelediğimiz spor gibi, kilo verememe sebebimiz olabilir.
Mikrobiyota, yani bağırsaktaki bakteriler, besinlerin nasıl sindirileceğini ve emileceğini belirler. Dolayısıyla kilo verip vermeme durumumuz da etkilenir. Bakterilerin bölünme hızı ve hatta bakterilerin genleri, yediğiniz yiyeceklerdeki besinlerden ne kadar yararlanabileceğinizi, nişaşta ve liflerin ne kadar hızla şeker moleküllerine ayrılacağını belirler. Tabii ki bir bakışta hangi bünyenin ne kadar nişastayı veya lifi metabolize ettiğini anlamak pek mümkün değil. Eylül ayında American Society for Microbiology dergisinde yayınlanan bir çalışma bu sorunun cevabını araştırdı. Bu çalışmada sağlıklı bir yaşam tarzını benimseyen bir insan popülasyonunun bağırsak mikrobiyotasındaki bakteriler incelendi. Bu
Kovid-19 bilançosu giderek artıyor ve bu sorundan kurtulmanın tek yolu herkesin en kısa zamanda aşılanması. Peki bıkıp usanmadan aşıyı tartışanlar ne olacak? Aşıya inanan, ikna olan ve yaptıranların kaç doz aşı olması gerek? Zamanlama nasıl olmalı? Bir de havaların soğuması ile çok sayıda grip vakası var, ne yapmalı? Diğer aşıları da olmalı mıyız? Ne zaman olmalıyız? Gelin tekrar tüm bu sorulara bir göz atalım...
Ek doz Kovid-19 aşısı olmalı mıyız?
FDA ve Amerikan Hastalık Kontrol Merkezi, 24 Eylül tarihinde yüksek riskli hastalara ek doz aşı yapılması gerektiğini anons etti. Amaç önceki aşılarla sağlanan immün cevabı artırmak. Yeni çıkan varyantlar için özellikle yaşlı hastalar ve kanser, diyabet, obezite gibi hastalıklar sebebiyle bağışıklık sistemi yeteri kadar güçlü olmayanlara ek doz aşı öneriliyor. İki doz aşı sonrası bu kişilerde oluşan bağışıklık yanıtı yeterli olmayabiliyor; üçüncü hatta dördüncü doz aşı ise oluşan yanıtı artırabiliyor.
İki doz Biontech aşısı olduysanız ve üzerinden altı ay ya da daha fazla zaman geçmişse veya
Pandemi, okullar, soğuyan havalar, kapanacak, ne oldu ne bitecek derken, eylül ayını da bitiriyoruz. Bu dönemler, yaz tatilinin rehavetinden sonra bildiğimiz telaşlı ve sorunlu hayata yeniden dönüş olarak görülüyor olsa gerek ki, bu ay pek çok kanserin farkındalık ayı. Jinekolojik kanserler, insanlığa hatırlatılması gereken türler içinde bu ay da önümüze geldi. Pandemi stresi içerisinde ne kadar kulak verebildik, neler izledik, ne öğrendik bilemiyorum ama ısrarla, her fırsatta yazmam gerektiğini biliyorum. Önlenebilir ve tedavi edilebilir bir hastalık olan kanser, biz konuştukça zayıflayacak. Ona bakış açımız değiştikçe, kanserin ölümle eşitlenmemesi gerektiğini algıladıkça başarı şansımız da artacak.
Jinekolojik kanserler, yumurtalık, rahim, rahim ağzı, vajen ve genital organların derisini kaplayan değişik organlarda oluşan farklı tip kanserlere denir. Genelde sinsice seyreder, çok fazla belirtisi olmayabilir. Ancak zaman geçtikçe akıntı, kanama ve bel ağrısı gibi genel belirtiler olabilir. Yumurtalık kanseri kabızlık, karında